Doğu-Batı Mektebi 4 Kula kul olanların vahye karşı dayattığı Tehdit Algısı Ve Beka Meselesi neydi?
Mekke şehir devletinde; insanın ezilen gurur ve hukukunu iade edecek, insanlığı yaratıcıya yöneltecek bir dert ve davanın esasları beliriyordu. Bu esaslar, başta şirk ve cahiliyenin şekillendirdiği müesses düzen tarafından bekalarını tehdit eden tanımı muğlak bir tehlike olarak algılandı.
Net tanımlayamadıkları bu tehdit algısına karşı iş, hafife alınmadan anında tedbirler alındı. Bunlar, sıradan tedbirlerden en zora doğru bir seyir izliyordu. Toplumun kıt kaynaklarını kontrol eden küfür ve şirke dayalı Mekke yönetimi, küresel boyutları olacak olan bu evrensel mesajı başta yok sayıp görmezden gelse de değer dedikleri makul insanları bir bir kaybettikçe, tedbirlerini alaya almanın da ötesine geçirerek; tehdit, şiddet, ambargo ve nihayet cana kastetme derecesine kadar taşıdı.
Hukuksuzluk ve terör; yakinen tanıdıkları masum veya muteber kişilere uygulanıyordu. Mekke’deki tehlikenin boyutu büyüktü ama bunu, küresel güçlerin imkân ve kabiliyetlerini devşirecekleri Bizans ve Pers diyarlarına gereğince anlatılamıyordu. Yakın ilişkide oldukları Necaşi’nin Habeşistan’ı da ikna edilememişti..
Cahiliyenin nemalandığı “Kâbe’ye getirilen yeni tanımlar, ibadet, sosyal ilişkiler, insan hakları, eşitlik ve adalet; kadının, insanın korumasından çıkarılıp Allah’ın müstesna bir emaneti olması ve statüsü; atalar dininin tüm mirası… kadim kazanımlarının elden çıkması..” anlamına geliyordu.
Tam da bu yüzden en basit İslami yaşantı bile tehdit ve hakimlerin beka meselesi oluyordu.
Ulaşılamayan göklere mal ettikleri Allah’ı zaten biliyorlardı ama araya hiçbir kar veya zarara karışmayacak, iradesiz putları koymuşlardı. Helal ve haramı belirliyor, ceza ve ödülü de kendileri dağıtıyorlardı. Gücü ve zenginliği bir şekilde ele geçirmiş olan her zaman bunu koruyordu. Yani “güçlüler ve diğerleri” dışında -bunların orta sınıfı diyebileceğimiz- bir yapı da yoktu. Arada bir ötekilerine de himmet ve adalet ediliyordu ama bu bile Allah rızası için değil, bir diğer güçlünün egosu, hamaseti veya gücünün tescili anlamına geliyordu.
Ekonomik, sosyal ve siyasi hayatın tamamı suç ve günahlardan, haramdan besleniyordu. İslam; bunların tam aksini vadettiğinden dolayı, ortada bir “ortak akıl, orta yol” da olamazdı.
Dolayısıyla dinler diyaloğu, medeniyetler ittifakı, bu ittifakların eş başkanlarını oluşturma.. gibi çağdaş kavram ve çabalar o zaman da konuşuldu hatta dayatıldı ama bizzat Kafirun Suresi’yle kırmızı hat çizildi. Yapılan nice teklifler; “Güneşi sağ elime, Ay’ı sol elime koysanız da..” ilkesiyle red olundu. Böylece taviz ve uzlaşmanın yolu kapatılıyordu.
Şirkin beka meselesi; Mekke’yi, yaşanmaz hale getirse de Medine’de İslam Devletinin ilk kadroları olacak dava adamlarını kusursuz yetiştiriyordu.
Medine’ye hicret, İslam’ı devlet, yüce Peygamberini de Peygamber Devlet Başkanı yaptı. Bu durum; mütevazı ama iki dünyanın hayatına çözüm ve ilkeler sunan Peygamber devletini; sosyal, siyasal, ekonomik ve askeri cephelerde küresel güçlerle buluşturdu, yarıştırdı.
Yani Mekke’nin amatör küfür ve şirkinin çemberini kıran İslam; verdiği evrensel mesajlarıyla, bunun üst aklı ve profesyonel yurdu olan Roma ve Pers diyarlarına hatta Dünya’ya da çözüm önerilerini sunuyordu.
Aynı İslam; artık kendine has kültür, medeniyet ve edebiyatını da şekillendiriyordu.
“Ey örtüye bürünen! Kalk ve uyar!” ikazıyla kalkan “rahmet, savaş ve barış Peygamberi (sav)” beşer ve mahlûkatın idrakinin önündeki perdeye müdahale ediyor; O “Büyük Dava ve Nebe’il Azîm” için uyarmanın boyutlarını küresel düzeye çıkaracaktı wesselam. (İslam’ın Kültür Ve Medeniyeti Şekilleniyor’la devam)