Bir Mustaz`af portresi ve istikbarın medya ayağı
Aynı zamanda değişik etkinliklerle idrak edilen “Dünya Mustazaflar Haftası”nın üç temel öğelerinden biri olan Üstad`ın hayatı, deyim yerindeyse dört dörtlük bir mustazaf portresini teşkil ediyor.
İman reçeteleriyle sosyal hayata atılan Üstad`ın yaşam serüveni ve bu serüvende karşılaştığı insanlık dışı muameleler kamuoyunun malumudur. Keza kendisine, eserlerine ve talebelerine karşı istikbarın tetikçiliğini yapan aktörler de bilinmekte, hatta kimileri de kötü akibetleriyle hafızalarda yer edinmişlerdir.
Üstad`ı mustazaf portresinin odağına oturtan yaşam serüveni üzerine sayısız eser yazılmıştır. Ancak Üstad`ın 1950`li yıllarda Eşref Edip`e söylediği sözler, çile dolu hayatının en çarpıcı özeti gibidir:
“Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-i harplerde bir câni gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti. İşte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle, felâket ve musibetle geçti. Cemiyetin imanı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi, dünyamı feda ettim…”
Elbette Üstad`ı hayat boyu kuşatma altında tutanlar, sadece takip, zindan veya sürgünlerle yetinmemişlerdi. Tüm baskı yöntemleri bir tarafa ama, baskılarla beraber yalan, karalama, iftira furyalarının dev kampanyalara dönüştürülmesi, tüm bunların da dönemin psikolojik harekat birimlerinin tetikçiliğine soyunan medya organlarınca yürütülmesi, müstekbir medyası ya da medya müstekbirliğinin en çarpıcı örnekliğini oluşturmuştur.
Tarihsel istikbarın vazgeçilmez öğeleri olarak zikredilen ‘Firavun – Karun – Bel`am` üçlüsü yelpazeyi biraz daha genişletmiş, medyayı da zulüm sisteminin dördüncü faktörü olarak yedeğine almıştır. Üstad`ın hayatında manşetlerini barikatlara dönüştüren medya, vefatında bile aynı küstah tavrını sürdürmekten geri durmamıştır.
1960 ihtilali için Üstad`ın bazı yurtiçi seyahatlerini “İrtica Kalkışması” kampanyasına dönüştüren istikbar medyası, daha o dönemde Üstad`a “28 Şubat” sürecini bire bir yaşatmıştır.
Vefat haberiyle beraber dönemin medyasının takındığı tavır, günümüz istikbar medyasına adeta ilham kaynağı olmuştur.
23 Mart 1960. Üstad`ın Urfa`da bir otel odasında vefat ettiği tarihtir. Kendisini Urfa`ya getiren saik, belki de hayatında memleketinde yaşamayı çok gören zihniyete inat, memleketinde hayata gözlerini yummaktı. Ancak siyasi atmosferin durumu medya tazyiki ile de birleşince Urfa`dan çıkarılması için adeta seferberlik ilan edilir. Ağır hastalığına rağmen “Gerekirse çöp arabasına konularak” çıkarılması yönünde başkentten talimatlar yağar. Gitmemekte kararlı olan Üstad, bu tartışma ve çekişmeler arasında ebedi hayata intikal eder.
Artık vazife medyaya düşmüştür. Vefat haberini veren Hürriyet gazetesi, “Said Nursi Öldü” başlığını kullanırken hemen arkasında “Nurcu tevkif edildi” haberiyle deyim yerindeyse Üstad`ın naaşıyla savaşı sürdürür ve haberin devamını şöyle getirir: “Nurcu ileri gelenlerinden Merkez Gezici Vaizi Said Özdemir Said-i Nursi`nin Sikke-i Tasdik-i Gaybi adlı kitabından dolayı dini hisleri istismar ederek şahıs ve başka namına menfaat temin ettiği iddiasıyla tevkif edilmiştir.”
Urfa`da ölmeyi bile kendisine çok gören “Son Posta” gazetesi ise “Said Nursi Urfa`da Öldü” başlığının altında Üstad`ın ibriğine, leğenine dikkat çekerek şu satırlara imza atar: “Emirdağ`ında ikamete mecbur edilmesine rağmen habersizce Urfa`ya giden Nurcunun ibriği, leğeni ve oturağı parçalanarak müritleri tarafından bir hatıra olmak üzere alındı.”
Hezeyanlarına devam eden aynı gazete şu satırları da yazmayı ihmal etmez: “600 bin müridi olduğu söylenen, evinden çıkmadığı halde aynı zamanda 72 camide birden ibadette bulunduğunu iddia eden Said-i Nursi… hükümet tarafından ikamete mecbur edildiği Emirdağ`dan üç kâtibi ve hususi otomobiliyle habersizce ayrılarak gittiği Urfa`da İpek Palas Otelinin 9 nolu odasında bu sabah saat 5.37`de ölmüştür. Said-i Nursi`nin ölümü Konya cezaevinde mevkuf “bulunan altı Nurcuya telgrafla haber verilmiş ve Nurcular ağlamışlardır.”
“Said-i Nursi dün sabah Urfa`da öldü.”, “Nurcubaşının ölümü müritleri arasında teessür uyandırdı” başlıklarını kullanan Tercüman gazetesi ise, herkesin vefat haberiyle sarsıldığı bir anda kendince en kritik noktaya dikkat çekmeyi yeğlemiştir: “Said-i Nursi`nin yerini almak için Nurcular arasında şimdiden çekişme başladı.”
Ancak Tercüman gazetesi deyim yerindeyse altın vuruşunu “Gaziantep`te Karşılanmamıştı” haber başlığıyla yapar: “Doğu ve Güneydoğu Anadolu`da bir geziye çıkmış bulunan Nurcubaşı Said-i Kürdi Konya`dan Gaziantep`e gelmiştir…
Nurcubaşı Isparta plakalı bir otomobille seyahat etmekte ve kendisine üç müridi refakat etmektedir… Nurcubaşının otomobili caddeden geçerken acayip kıyafetini merak eden halk yolun iki tarafına toplanmıştır. Said-i Kürdi yol kenarındaki halkı selamlamışsa da halk selamına mukabele etmemiş ve aleyhte tezahüratta bulunmuştur…
Diğer taraftan Gaziantep`te evvelki gün yağan kırmızı çamur bütün caddeleri kirletmiş ve halk bunu Said-i Kürdi`nin gelişine yorumlamıştır.” Üstad`a uygulanan ömür boyu tecridi, Nurcu diye yaşamları zindana çevrilen kitlenin çilelerini görmezden gelen medya, dün Üstad`ın şahsında İslami değerlere savaş açmışken bugün aynı emeller uğruna bazen bir okul önünde başörtülü avında iken, bazen bir derneğin kapısında pusu kurarken, bazen de bir cezaevi önünde tahliye tacirliği yaparken görülmektedir.
Dün demokratikleşme ve şeffaflaşmanın adresi olarak görülen Demokrat Parti`nin as takımından biri Üstad`a çöp arabasını reva görürken, bugün aynı misyonla çıkan partinin as takımından birileri, vesayet kurumu diye nitelediği yüksek yargıyı “bir saatlik iş bitirme” operasyonuna davet ederken görülmüştür.
Mustazaf ve Müstekbir! Birbirine zıt iki tarihsel kavram ve bu kavramlara uygun düşen can yakıcı portreler!.. Gerisi ise laf-ı güzaf!