• DOLAR 35.519
  • EURO 36.624
  • ALTIN 3054.77
  • ...

Yaklaşık son 200 yıldır yaşadığımız sorunlar “Batı tarzlı” sorunlardır. 1789 Fransız İhtilalinden sonra dünyaya pompalanan milliyetçilik hastalığının İslam Dünyasına nüksetmesiyle, öldürücü sonuçlar yaşadık hep birlikte. 

            1789’dan sonra yayılan milliyetçilik akımının son operasyonlarını yapmak için, Birinci Dünya Savaşı Batılılar açısından iyi bir fırsat doğurdu. Bu fırsatı iyi değerlendiren Batı dünyası, İslam ümmetini oluşturan milletleri “Batı tarzı” çözümlerle biçimlendirdiler.

            Kendilerince dizayn ettikleri coğrafyamızda Kürtleri İran, Irak, Suriye ve Türkiye olmak üzere dört ülke arasında pay ettiler. Amaç bu ülkelerle ilgili başları derde girdiğinde kaşıyacakları bir yer olması içindi.

Yoksa normal şartlar altında Birinci Dünya Savaşından sonra Kürtlere bir devlet bahşedilmesi gerekiyordu. Ama Kürt liderlerin laik dünya görüşüne sahip olmamaları, bu liderlerin Şeriat yanlısı olmaları ve Müslüman Türk, Fars ve Araplara ihanet etmemeleri onların dörde bölünerek cezalandırılmalarına sebebiyet teşkil etmişti.

Ümmet esası üzerine kurulu düzenleri bulunan İslami halklar, yavaş yavaş ulus eksenli devletler oluşturdular. Bütün Müslüman halklar kendi milli duygularının tatmini yönünde adımlar atarken, Kürtlerin insani talepleri hep unutuldu.

Osmanlının ardından kurulan Cumhuriyetin milli teorisyenleri Kürtleri; yüksek yerlerde yaşayan, karlara bastıkça ayaklarından gelen “Kart-kurt” seslerinden dolayı Kürt ismini alan “Dağ Türkleri” şeklinde gayri ilmi olarak tanımlamış ve dolayısıyla Türkiye’de yaşayan tüm halkların Türk olduğunu beyan etmişlerdi. Bu tür yaklaşımlarla bulaşan virüsün hastalıkla neticelenmesi ve 1984’ten sonra da kangrene dönüşmesi demekti.

            Eğer geçmişte Kürtlerin insani talepleri karşılanmış olsaydı bugün açılımlara/müzakerelere ihtiyaç duymayacaktık. Bu açılımlar geçmişte de denendi. Ama her seferinde farklı amaçlar güdüldüğü için olumlu bir netice alınmadı.

Şimdiki açılım/müzakere bile yine Kütlerin haklarının teslimi amaçlı değil, PKK’nın bitirilmesi amacına matuftur. PKK’nın sürece endişe ile bakmasının sebeplerinden biri budur. Onların en büyük korkusu müzakereler sonucu, Kürtlerin AKP’ye sempati duymasıdır. Bütün Kürtlerin PKK’lı olması gerektiği zihniyetinin yansıması olan bu cümle, PKK’lı Kürt tipi yaratma projesinin dışa vurumudur.

Yani tarihin kıskacında sürekli sıkıştırılan Kürtler, yeniden kıskaca alınmış durumdadır. Bu insanların İslami/insani talepleri hiçbir ideolojik dayatma olmadan, sırf insan oldukları için karşılanmış olsa, kaba ve sert olarak tanınan bu halkın, ne kadar müşfik ve mümin olduğu gerçeği hemen gün yüzüne çıkacak. 

            Söylediklerimden sorunun çözümsüz olduğu anlaşılmasın. Her sorunun mutlaka bir çözümü vardır. Bugün karşı karşıya kaldığımız bu sorunun da bir çözümü vardır elbet. Ancak hem Hükümet cephesinde hem de DEM çevresinde, sorunun PKK ve Abdullah Öcalan’a indirgenmiş olması, sürecin önündeki engellerden biridir.

Çünkü sürecin işletilmesi için PKK’nın silah bırakması şartı öne sürülüyor. Ya da PKK’nın kendini feshetmesi gerektiği söyleniyor. Bu fesih bütün KCK’nın şemsiyesi altındaki yapılar için geçerli mi olacak? Şimdilik bilinmiyor.

Her halükârda PKK’nın silah bırakması önemlidir. Ama Kürtlerin insani haklarının verilmesinin böyle bir şarta bağlanması gerekmiyor. Çünkü altını çizerek söylüyoruz ki bahsettiğimiz Kürt hakları insanidir. Bu hakların iadesi için herhangi bir şarta şurta gerek yoktur.

İnsan olmanın gereği olarak, PKK silah bırakmasa dahi Kürtler insani haklarından mahrum bırakılmamalıdır.