Eğitim ama nasıl?
Bilindiği üzere geçenlerde “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” başlığı ile eğitimimizde yeni bir rota oluşumu çalışmaları başlatıldı. Hatta bununla ilgili bir taslak yayımlandı ve önerilere açıldı. Tabi eğitimciler konu ile ilgili teferruatlı görüş bildirebilirler. Ama genel anlamda eğitimin misyon ve vizyonu oluşturulmalıdır diye düşünüyorum.
Türkiye’de uygulanan kalıcı bir eğitim sistemimiz bulunmamaktadır. Her dönemin kendisine has bir yöntemi bulunmakta, bu husustaki eleştirilere genellikle; “Her yiğidin yoğurt yiyişi farklıdır” atasözüne benzer cevaplar alınmaktadır.
Oysa eğitim gibi ülkenin ekonomisinden güvenliğine, adalet sisteminden tarımına kadar, kısacası her alanını ilgilendiren bir konuda genel hatları ile belirlenmiş bir sistemimiz olmalıdır. Belki ufak tefek rötuşlarla değişikler yapılabilir. Ama temel standartlar aynı kalmalıydı.
Şimdi gelelim kendimizce en önemli sorunlarımıza: Kanaatimce eğitim sistemimizin en önemli problemlerinden birisi pratikten yoksun oluşudur. Sınıflarda metinleri ezberlemekle meşgul olan öğrenciler, okuduklarını dışarda pratize etmekten mahrum bırakılmaktadırlar.
Cizre’de siyah taşlı, mütevazı bir mezarda yatan ve kısa adı el-Cezerî, uzun ismi ise Bediuzzaman Ebu’l-İzz İbn İsmail İbnü’r-Rezzaz el-Cezerî olan meşhur bilim adamımız, bu konuda çok çarpıcı bir tespitte bulunmaktadır: “Geçmişin bilim adamları ve düşünürleri çok sayıda düzen ve problemden bahsetmiş, bunların tümünü gerçekleştirmeye fırsat bulamamış ve bu düzenleri kontrol edecek yöntemleri geliştirememiştir. Uygulamaya dönüştürülmeyen her tekniğin doğru ile yanlış arasında kaldığını anladım.”
Bilimi amele, yani pratiğe döktüğünü; su saatleri, otomatlar, su kaldırma düzenleri, fıskiyeler, şifreli anahtarlar, şerbet sunan robotlar icat ederek ispatlayan bu âlimimizin söylediklerinden hareketle, yukarıdaki tespitte bulunuyoruz. Lise yıllarında sınıfın dışında çok az eğitim aldık. Oysa geçmişimizde “Meşşai” denilen bir eğitim sistemi dahi varmış. Yürüyüş yaparak eğitim verme anlamındaki bu sistem sayesinde öğrenciler doğa ile tanışır, anlatılanları inceleme fırsatı olurmuş. Nükteleri ile meşhur Nasrettin Hoca talebelerine bu yöntem ile ders verirken, yürüyen öğrencilere yüzünü dönmek için eşeğine ters binermiş.
Görüldüğü üzere geçmişimizden örnekler getirerek, eğitim sistemimizdeki eksikliklerden bahsediyoruz. Zaten bir aksaklığımız da burada ortaya çıkıyor. Batının yörüngesine girmiş Türkiye, maalesef eğitim sistemini de onlara havale etmiştir. Bizlere bizden olanları tanıtmayan bir eğitim öğretimin ardından gelinen nokta, batılı tarzda düşünen bir kafa yapısından başka bir şey olmayacaktır.
İbni Sina, Farabi, İbni Rüşd, Ebu’l-İzz el-Cezeri, İbnu’l-Esir, Molla Cezeri gibi bilim adamı, âlim ve edip-şairlerimizi tanıtmayan bir eğitim sisteminden çok şey beklemek saflık olur. Geçmişini bilmeyenin geleceğini yönlendiremeyeceğini bilmeliyiz. Zaten günümüz eğitim sisteminden fotokopiden çıkar gibi batılı tarz düşünceye sahip insanların yetişmesi tesadüfi değildir.
Bir de Osmanlı eğitim sisteminde uygulanan; akademik olarak başarılı olanların üniversitelerde, ustalık isteyen işlerde öne çıkanları ise sanayi sitelerinde istihdam edecek tarzda bir eleme tarzını başarabilmeliyiz. Osmanlı mekteplerinde her öğrenci kabiliyetine göre eğitiliyordu. Bu nedenle talebelere standart dersler verilmiyordu. Enderun’un duvarında ise şöyle yazıyordu: “Burada hiçbir balık uçmaya, hiçbir kuş yüzmeye zorlanmaz.”
Kısacası biz bize dönmeli, yeteneğe göre teorik ve pratik bir eğitim tarzı geliştirebilmeliyiz.