• DOLAR 34.547
  • EURO 36.015
  • ALTIN 3005.461
  • ...

1978 yılında atılmıştı konu edineceğimiz ailenin temeli. Düğünleri, Suriye’ye sıfır noktasındaki İlçede yapılmıştı. Gelin ve damadın aileleri akrabaydı. Aslen Mardin’in Yeşilli İlçesinin, Sancar (Tuxup) köyündendiler. Tarikat olarak bölgemizin meşhur şeyhlerinden Sultan Şehmus’a dayanıyorlardı. Dedeleri Şeyh Davut, söz konusu tarikatın halifesi idi. Bu nedenle aile “Şeyh” olarak anılıyordu.

Gelin ve damat İslami bir terbiye ile büyümüşlerdi. Çevrelerine iffet ve hayalarıyla örneklik teşkil ediyorlardı. Yine ikisinin aileleri peyderpey göç etmişlerdi bu sınır şehrine. Gerçekleşen evlilik vesilesi ile akrabalıkları perçinlenmişti.

Baba, ailesinden aldığı İslami bilinç ile hareket ediyordu. 1970’li yıllarda Milli Nizam’ın devamı olan Milli Selamet Partisi’nde hizmetlerini yürüttü. Milli Türk Talebe Birliği’nde faaliyetler yaptı. Fakat bir süre sonra “Aziz Dava” ile tanıştı. Artık çizgisi belli olmuştu. Abisi ile davanın ağır yükünün altına girdiler.

Anne, her halükârda kocasının yanında duruyor ve bir medrese görevi gören evlerinde aziz misafirlere hizmette kusur etmemeye çalışıyordu. Tabi uzun sürmedi bu saadetli davet yılları. Saadetli diyorum çünkü; davetçi için evlerindeki her sohbet ya da seminer çalışması, bir düğün gibi keyif vericidir.

Fakat heyhat ki Aziz Dava’nın önü kesilmeye çalışılıyordu. Aynı Mekke’de Aziz Peygamber ve ashabının önünün kesilmeye çalışılması gibi. Baba “Düşünce” diye bir merkezde yürütüyordu davet işini. Ama bu “Düşünce” çok düşündürüyordu davanın önüne ket vurmaya çalışanları. Abisi ile sırt sırta vermiş direnmeye çalışıyorlardı kem gözlere. Anlaşılan Şeyh ailesi, yavaş yavaş bir imtihan sürecine girecekti.

Sadece abi kardeş değil, bütün aile bir ateş çemberinden geçecekti. Aziz Dava’nın önü ekonomik ambargo ve sosyal boykotlarla kesilmeye çalışıldı. Şehirdeki birçok genç davadaş, ailelerinden ayrılıp hicret etmek durumunda kaldılar. Onları misafir etmek görevi ise Şeyh ailesi gibi abilere düşmüştü.

Konu edindiğimiz ailenin de onlarca genç misafiri olmuştu. Aziz Dava’nın yükünü abilerinden gördükleri üzere taşımaya çalışan bu gençleri misafir eden aile, ekonomik ambargo, sosyal baskı ve boykot nedeniyle dükkanlarına gidemez olmuştu. Tek gelir kapıları kapanmış, mecburen birikimlerini harcamaya başlamışlardı.

Kendi geçimlerinin yanında, bir de muhacir mücahitlere bakmak durumdaydılar. Anne, çocuklarını ihmal etme pahasına misafirlere yemek yetiştirmeye çalışıyordu. Bir süre sonra sermaye suyunu çekmeye başladı. Artık hem aile hem de misafirler, sabah zeytin akşam makarnaya alışmalıydılar. Çünkü bunların dışındaki yemekler lüks sayılıyordu. Anne yemek pişirmenin yanında onca misafirin çamaşırını yıkıyor, elbiselerini ütülüyordu.

Cefakâr anne cömertti, sabırla işini yapıyordu. Davaya bağlılığı, eşine olan vefası ona sabır veriyordu. Tesettüründen hiç ödün vermez, İslami ahlakı konu komşuya Müslümanca bir hayatın adeta canlı bir göstergesi idi. Bir güne bir gün eşine serzenişte bulunmadı. Varsa beraber yer, yoksa birlikte aç kalırlardı.

Ama artık bu şehirde kalamazlardı. Anne, baba ve çocuklar bir başka şehre hicret ettiler. Ancak haklarında o kadar çok iftira atılmıştı ki, tam mahkûm muamelesi görüyorlardı. Öyle ki çocuklarını okula göndermeleri dahi aileyi tehlikeye düşürüyordu. Artık bir karar aşamasına gelmişlerdi. Ya bütün çocukları okuldan alacaklardı ya da baba tutuklanacak ve onun için zindan süreci başlayacaktı. Aile düşünüp taşındı. Kız çocuklarını sağa sola bırakamazlardı. Onları yanlarına alıp erkekleri dayılarına göndermekten başka çare yoktu. Böylece erkekler dayılarının yanında okuyacak, kız çocukları da anne ve babalarının himayesinde kalacaklardı. Zorda olsa verilen karar gereği, kız çocukları okuldan alınarak anne ve babalarıyla birlikte başka bir yere hicret ettiler. Böylece dört kız ve dört erkek olarak iki grup oldular ve ayrı şehirlerde yaşamaya başladılar.

2000 yılının Şubat ayında yapılan operasyonlar sonucu baba göz altına alındı. İflah olmaz işkence seanslarından geçirildi. Günlerce işkence görmesine rağmen adını dahi söylemedi. Çare olarak televizyon ekranlarına çıkarılıp, bilenlerin ismini ihbar etmesi istendi. Sınır kentinden binlerce telefon açıldı. İsmini ihbar ediyorlardı. Baba, kaldıkları evin yerini de söylememişti. Bu arada anne, kız çocuklarını alıp erkek çocuklarının yaşadığı şehre gitti. On kişilik aile, baba hariç bir araya gelmişlerdi. Artık annenin yeni bir görevi vardı: Babalık.

Evet, hem anne hem baba olacaktı 4 kız ve 4 erkek çocuğuna. Fakat yükü çok ağırdı. Maddi sıkıntılar annenin belini büküyor, elini kolunu bağlıyordu. Ailenin büyük oğlu; “Bazen kalem alacak paramız dahi olmazdı. Aylarca cebimde harçlık olmadan okula gittim. Ödünç kalemlerle okumaya çalıştım” diye o zor yılları ifade etmeye çalışıyordu.

Yükün ağırlığı iyice hissettiriyordu kendini. Babayı il il memleket zindanlarında dolaştırıyorlardı. Gaziantep, Silifke, Adana, Şırnak ve Diyarbakır cezaevlerinde toplam 21 yıl geçirdi. Babanın cezaevinde bulunuşunun 11. yılında, anne artık bitap düşmüştü. Nefesi daralıyor, kötü kötü öksürüyordu. Bazen kan tükürüyordu. Bu durum hayra alamet değildi.

Zor şartlarda doktora götürdüler. Meğer akciğer kanseri olmuştu. Hayatın meşakkatine ve yapılan bunca zulme ciğeri dayanmamıştı. Uzun bir süre tedavi gördü. 2009 yılına kadar hasta haliyle eşinin görüş günlerine gitti. Onu demir parmaklıklar ardında yalnız bırakmadı. Hastalığının son zamanlarında tekerlekli sandalye ile gitmek zorunda kalıyordu. Artık veda vakti gelmişti. Helalleşmek gerekiyordu. Hem bunca yaşanmışlık vardı. Onlar da öyle yaptılar. Eşler helalleşti.

2009 yılında vücut tamamen direncini kaybetti. Gerçi bir tesellisi vardı annenin. Çocukları büyümüştü. Artık annesiz de edebilerdi. Bu durum içini ferahlatıyordu. Ama kanser tüm vücuduna sirayet etmişti. Adeta erimiş, bir deri bir kemik kalmıştı.

Tekerlekli sandalyede otururken çocuklarını yanına çağırdı. Sekiz çocuğu orada hazır bulundu. Dik durmaya çalıştı. Ellerinde zikir çektiği tesbihi vardı. Beyaz tülbendi ile etrafa manevi bir ışık saçıyordu: “Çocuklar şundan emin olun! Babanız salih, mert ve cesur bir Müslümandır. Benden sonra onu zindanlarda yalnız bırakmayın. Bizler belki size güzel bir çocukluk yaşatamadık. Bunun acısını her daim hissettik. Size vasiyetim şudur ki; uğruna bunca bedel ödediğimiz Aziz Dava’dan, bir anlık nefes kadar bile uzak kalmayın. Hakkınızı da helal edin.”

Artık büyük vedanın zamanı gelmişti. Dört kız ve dört erkek, sekiz çocuğu kalakalmışlardı öylece hayatın orta yerinde. Baba, cenazeye gelmek istedi ama kendisine izin verilmedi. Daha önce abisi ve kız kardeşi vefat ettiğinde de cenazelerine katılmasına izin verilmemişti. Yani alışıktı bu durumlara.

Vefakâr, cefakâr anne defnedilmişti. Üstelik eşi cenazede bulunamamıştı. Gün geldi devran döndü, bu vefattan on yıl sonra baba serbest bırakıldı. Annelerinin mezarını sordu çocuklarına. Hep birlikte gittiler mezarlığa. Baba, büyük bir edeple vardı mezarın başına. Kavuşmaları ahirette kalmıştı. Bundan böyle sık sık mezarlığa gidip gelerek çilekeş eşini ziyaret ediyordu.

Bu bayram öncesi de eşinin mezarının başında idi. Çoluk çocuk ve de ailenin yeni üyeleri olan torunları ile gitmişlerdi ziyarete. Tekrar tekrar helalleşiyordu eşiyle. Acaba nedendi bunca helallik dilemek? Çocukları da merak ediyordu. Çünkü dedi baba: “Ben ona hiç güzel bir gün yaşatmadım. Hiç rahat yüzü görmedi.” Oysa anne eşinin Aziz Dava’sına inanmış ve yanında durmuştu. Hepsi bu. Yine de baba yüreğindeki kor halinde bulunan ateşin üstünü örtemiyor, küllendiremiyordu. Uzun uzun bakıyordu mezar taşına. İçin için dua ediyordu muhterem eşine.

Bugün bayramdı. Neticede bayramlaşmak gerekmez miydi?

Evet, bayramlaşmaktı esas olan.

O zaman biz de bayramlaşalım onlarla.

Bayramın mübarek olsun Sultanê anne.

Ve de bayramın mübarek olsun Şeyh diye hitap ettiğimiz Abdullah Arasan abi.