Mütekait
Kuûd kelimesi Arapça’da oturmak anlamına gelmektedir. Bir işle ilgilenmemek demek olan bu kelimeden üretilen tekaüt; emekli olmak, mütekait ise emekli olan kişi için kullanılır. Osmanlı’da devletten maaş alıp, bu işi belirli bir zaman yaptıktan sonra o işi yapamayacak duruma gelmesini ifade eder.
Belirli bir zaman dilimi çalışıp, bir yaştan sonra artık işten elini eteğini çeken kişidir mütekait. Yani bizim emekli amirallerin yapması gereken şeydir aslında. Belli bir zaman dilimi, maaşları karşılığı denizci olarak çalışıp, sonra normal vatandaşlara göre daha ballı bir şekilde; ikramiye, maaş, lojman ve korumalı bir yaşam biçimine geçmeleridir.
İşte bunlardan 103 veya 104’ünün canları sıkılmış ve bir bildiri hazırlayıp, gece yarısı Türkiye’nin gündemine sunmuşlar. Onlara göre 1936 yılında imzalanan Montrö’ye halel getirilmemesi gerekir. Yine kendilerince, Cumhurbaşkanı bir gecede İstanbul Sözleşmesinden çekildiği gibi Montrö’den de çekilecek olursa ne olacak?
Halihazırda dünyanın en önemli geçiş güzergâhlarının başında olup, onlara sahip olarak, sadece boğazlardan geçen gemilere bakıyoruz. Hâlbuki suyun başında olup, sudan iyararlanmama gibi bir durum söz konusudur. Proje aşamasında olan Kanal İstanbul’un elini ayağını bağlayan, belki de atıl bıraktıracak olan bir sözleşmedir Montrö.
Fakat yeni Türkiye, çılgın saydığı projelerle bu dar alandan çıkmak istemektedir. Çünkü Lozan ile hemen hemen yetkimizin olmadığı boğazlarda, Montrö ile hâkimiyetimiz tanınmakla birlikte, geçen gemilerden memleketin faydası olacak herhangi bir olumlu gelişme kaydedilmemiştir.
1923 ve 1936 yıllarından 2021 yılına geldiğimiz şu zamanda, Cumhurbaşkanı Erdoğan, yeni ve daha faydalı olabilecek bir anlaşma sağlanana kadar Montrö’ye bağlı kalacağını söylüyor. Bundan çıkarılabilecek en önemli sonuç; Montrö’den çıkmanın şartı daha iyi ve memlekete daha faydalı bir anlaşmanın sağlanmış olmasıdır. Sanırım Atatürk de böyle bir anlaşma ile karşı karşıya kalsa eskisinden çekilirdi.
Amirallerin, unvanlarıyla yayımladıkları bildiriden anlaşılan; sarıkla namaz kılan Tuğamiralin hedefe alınması ve bunun üzerinden eskiye duyulan özlemin dışa vurulmasıdır. Tabi iktidarın uyarılması, “Aksi halde” diye başlayan cümle ile tehdit edilmesi, biz buradayız ve ayağınızı buna göre denk atın anlamında tavır takınılması da işin cabasıdır.
Hem namaz kılan Tuğamiral bunu camide veya herhangi bir namazgâhta yapmıştır. Namaz kılmayan amiral olabileceği gibi namaz kılan amiralin olması da çok normaldir. Namaz kılarken Resullulah’ın giydiği elbiseyi giyinmek, takva açısından daha bir güzel gelmiştir Tuğamirale.
Kime ne? İçki içene neden içiyorsunuz diye bir soru soruyor musunuz? Tuğamiral inancı gereği namaz kılmış ve kılarken de daha huşu ile ibadet edebileceği bir elbise seçmiş o kadar.
Günümüz Türkiye’sinde bunu konuşmak dahi utanç vericidir. Çanakkale’nin önlerinde İngiliz gemilerine tekbir sesleri ile karşı duran askerlerden biridir Tuğamiral. Unutulmamalıdır ki, Çanakkale’yi geçilmez kılan en önemli unsur; “İman dolu göğüslerden oluşan serhatlerin” varlığı idi.
Devletler, silahlı güçlerini daima bilgi ve teknoloji ile güçlendirmekten yanadırlar. Tabi bu istek silahlı kuvvetlerin caydırıcılık gücünün korunması içindir. Ancak silahlı kuvvetler, düşmana karşı memleketin muhafazası dururken, bu gücünü kendi halkına karşı kullanırsa, millete rağmen bir ideoloji empoze ederse, oluşacak yönetimin ismi diktatörlüktür.
Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat darbelerinin, halkın zararına olduğu göz önüne alındığında, yeni bir darbenin halkın zararına olacağı su götürmez bir gerçektir.
Böyle bir şeyi hangi akıl, neden ister acaba?