11’İNDEN ÇOK ÇOK SONRA
11’indeki kız basbayağı büyümüştü. Köyündeki faaliyetlerine devam ediyordu. Tabi köydeki talebeleri, kendisinin yapacağı hizmetleri yapabilecek seviyeye gelmişlerdi. Artık hizmetin yerinin ve kapasitesinin büyütülmesi veya bir başka yerde temel atılmasının zamanı gelmişti.
En yakın ilçeye gidip, oradaki bir camide ders verebilirdi. Nitekim öyle yaptı. Mekân değiştirmekte fayda ve hayır vardı. İlçeye gidip müsait bir cami seçti. Mahalleliye küçük kızlara ders verileceği bilgisi verildi. Yavaş yavaş; “Rabbi yesir” sesleri çevreden işitilmeye başlandı.
Kız çocuklarına ders verildiğini gören genç kardeşler de, belirli bir saat ayarlayıp, erkek çocuklara Kur’an dersi başlattılar. Elifbalar alındı ve sabahçı kızlar, öğlenci erkekler; bazen de tam tersi şekilde ders verilmeye başlandı.
Bu satırların sahibi fakir, işi gereği cami hizmetlerinde bulunamıyordu. Kur’an’a hizmetin değişik şekilleri vardır diye, riya olmasın ama ara ara çocuklara bisküvi, lokum, çikolata alıyordu. O zaman şeffaf poşetler yoktu. Petrol-zift kokulu, simsiyah poşetler içinde, çocukları teşvik amaçlı öteberi alıp, seydalarına dağıttırıyordu.
Derken Ramazan ayı geldi. İlçe kadınlarından bazıları teravih kılmak için babamlara gidiyor, annem imam olarak onlara cemaatle namaz kıldırıyordu. Anlayacağınız kadınlar camiye gitmiyordu.
Bayanların camiye gidip, en azından teravihlerini cemaatle kılması gerekiyordu. Komşu cami imamı ile konuşulup, parça kumaş satan birinden uzunca ve ucuzca bir kumaş alındı. Sarma teli ile caminin üst katının sütunları sarılıp, çamaşır mandalları ile kumaş tele tutturuldu. Kadınların geçeceği merdiven de hakeza kumaş ile kapatıldı ve akşamında kadınlar camiye geldi.
O gece İlçenin Kaymakamı da teravih kılmaya camiye gelmişti. Namazdan sonra kadınların önden çıkması istendi. Tabi erkekler onların çıkmasını bekliyorlardı. Her giden üç kadından biri çarşaflıydı. İmam, Kaymakamın da orada bulunmasından dolayı renkten renge giriyordu ama yapacak bir şey yoktu.
Namazdan sonra cami imamı; “Yahu gece karanlığında çarşaf giymenin ne gereği var. Başlarına geleneksel örtülerini alıp, camiye gelseler daha maslahatlı olmaz mı? Başımızı belaya sokacaksınız” türünden serzenişlerde bulunduysa da, artık ok yaydan çıkmıştı.
Kadınların gittiği bu cami diğer mahallelere örneklik teşkil etti ve hemen hemen ilçedeki tüm camilerde kadınlar teravih kılmaya başladı. Cami imamları da yavaş yavaş bu duruma alışıyorlardı. Çünkü camiye yardım için cemaate başvurulduğunda, kadınlar tarafından erkeklerden daha fazla para toplanıyordu. Hatta ikinci kattan yağmur gibi kâğıt para atıldığına şahit olmuştum.
Bayrama gönül rahatlığı ile girmiştik. Bahsedilen Ramazan ayında İlçenin kadınları cami ve cemaatle tanışmışlardı. Annemin yükü de hafiflemişti. Çünkü her akşam evimize gelen kadınlar artık camiye gidiyorlardı.
Böyle mesut, bahtiyar günlerin ömrü kısa oluyor. Bir süre sonra 28 Şubat’ın sert soğukları esmeye başladı. Siyah, zift kokulu poşetlerin sahibi gözaltına alınıp, çırılçıplak olarak bodrum katlardaki dehlizlerde, işkence seansları eşliğinde sorgulanıyordu.
28 Şubatçıların en çok merak ettiği şey, o simsiyah poşetlerin içinde camiye ne götürüldüğü idi: “Söyle bakalım, sen o poşetlerle camiye ne taşıyordun?” sorusunu falaka eşliğinde soruyorlardı.
Poşetlerin sahibi her ne kadar; “Bisküvi, lokum, çikolata” dediyse de; “Sen bizimle dalga mı geçiyorsun lan..!” cümlesini bağırarak söyleyen bir işkencecinin sesi ile muhatap oluyordu.
Kim bilir, belki hala o poşetlerin içinde bisküvi, lokum olduğuna inanmıyorlardır. Ama ilçenin camilerinde kadınlar hala teravih kılıyor.