ZİFİRİ KARANLIK
Demek ki neymiş?
Yerkürenin bir tarafı mutsuz iken, diğer tarafının mutluluğu pek uzun sürmüyormuş.
Hepimiz biliyoruz ki, dünya eski dünya değildir. Artık hayata yön veren telefon diye bir cihaz ve internet denilen bir ortam var. İnsanlar, tam kürenin kendi paylarına düşen yarımındaki savaşlara mukabil, karşı taraftaki yarımda ise birilerinin pırıltılı yaşamlarını, bu sihirli camlardan görebilmektedirler.
Haliyle kafalarına bin bir soru takılmaktadır.
O birileri, bol ışıklı şehirlerin gecelerinde şampanya patlatırken, kendilerinin yaşadığı bu zifiri karanlık neyin nesiydi? Kimdi müsebbibi bu yaman çelişkinin?
Acaba ülkelerindeki kötü gidişatın değişmesini mi beklemeliydiler? Bir süre sonra eski mutlu günlerine dönebilirlerdi belki. Fakat beklemek çare değildi. Bir türlü olmuyor, olmuyordu.
Çünkü kural belli ve çok katıydı. Dünyanın diğer tarafındaki o birilerinin mutluluğu, kendi tarafındaki halkların mutsuzluğu üzerinde bina ediliyordu. Belirlenmiş katı kural buydu.
Bu kural gereği zaman zaman coğrafyamıza müdahale etmeleri gerekiyordu. İlk etapta Sovyet Rusya, Afganistan’a girip Müslümanları katletmeye başlamıştı. Yeryüzünün bu canavarı, dişlerini o coğrafyaya tam geçiremeyince, görev değişikliğine gidildi. Bu kez 11 Eylül saldırıları bahanesiyle devreye ABD girdi ve halen Afganistan’da savaş suçları işliyor.
Sonra bizzat kendilerinin beslemesi olan Saddam’ın Irak’ına girdiler. Yanık kokularının ceset kokularına karıştığı bir ülke bıraktılar arkalarında. Petrol kuyularının üzerinden yükselen siyah duman, bütün Ortadoğu’yu zifiri karanlığa boğuyordu.
Bu şekilde coğrafyalarımız bir bir işgal edilirken, “Arap Baharı” denilen iksiri içenler, yeni bir umutla uyanmışlardı zifiri karanlıklardan. Güzel günler ufukta bir çizgi olarak görünmüştü. Batı’yı bir korku sardı birden. Beklenen büyük uyanışın geldiği hissi, onları tir tir titretiyordu.
Mısır’da Mursi’nin zaferi, korkularında haklı olduklarını gösteriyordu. Hemen müdahale edildi ortama. Binlerce Müslümanın meydanlarda taranmasına şahitlik ettik hep birlikte.
Arap Baharı bir başka bahara kaldı sanırım. Tahribat çok büyüktü. Bunca ifsadın ıslahı, basit ıslahat hareketleri ile olmuyordu anlaşılan. Taban, isteklerini meydanlarda dile getirse bile, tavanda Batı’ya hadim olanların güçlü silahları vardı.
Toplumsal olayların sosyolojik kuralları gereği, hâlihazırda İslam’ın büyük uyanışı için umut emarelerini görüyoruz. Haçlılara karşı birinci, Moğollara karşı ikinci uyanışı gerçekleştiren bu ümmet, ABD ve ortaklarına karşı üçüncü büyük uyanışını neden gerçekleştirmesin ki?
Fakat Batı, tüm kulvarlardan taarruza geçmiş durumdadır. Küresel bazdaki bu saldırıların tek hedefi, zikri geçen üçüncü uyanışa uyandırılmamamızdır.
İşte bütün bu hesapların dönüp dolaştığı yer Suriye oldu. ABD, Avrupa, Rusya, İran, Türkiye ve bilumum irili ufaklı hesap peşinde koşanların hepsi, bu arenada at koşturmaya başladılar. Çelişen ve çakışan çıkar sahiplerinin talana çevirdiği Suriye, fillerin tepişme alanı haline geldi. Bu tepişmenin neticesi enkaz haline gelen şehirlerde; insanlarımızın kıyımı, namuslarımızın kirletilmesi, ekinlerimizin ifsadı ve şehirlerimizin talanını hep birlikte yaşadık.
Nihayet yukarıda dillendirdiğimiz “Neden” sorusunun cevabını bulmuştuk. Bütün bunların müsebbibi “Vahşi Batı” idi.
Mademki siyah petrol uğruna, memleketlerimizi zifiri karanlığa boğmuşlardı, o zaman onların bol ışıklı gecelerinden payımızı almaya gitmeliydik.
“Gidin memleketlerinize ölün, bize siz değil, petrolünüz lazım” şeklindeki tavırlarına rağmen, dayandık kapılarına, bakalım!