ŞEHADET ÖĞRETMENİNE VEDA
Doğduğunda, her halinden “Zeki” olacağı belliydi. Belki bu nedenle ismine Zeki dendi. Ona “zeki” diyenler yanılmamışlardı. İleriki yaşlarda, zekâsının kıvraklığı sayesinde, ismi ile müsemma olduğunu gösterdi. Medreselerde aldığı ilim sayesinde, isminin önüne almış olduğu unvanı ile Molla Zeki olmuştu. Bilindiği üzere şeyh, müderris gibi unvanları da vardı. Çok sonradan şehadet öğretmenliği unvanını da hak edecekti.
Hz. Nuh’un ayak bastığı topraklarda yaşıyordu. Bu topraklar verimliydi. Şeyhler, müderrisler, âlimler ile yoğrulan bu beldeler, Cumhuriyetin kuruluşundan sonra çoraklaşmaya başlamıştı. Kapatılan medreseler, toprağa lazım olan suyu kesivermişti. Aradan geçen uzun yıllar, gül bahçelerinin tarumar olması ile neticelenmişti.
Bahçelerimizin yeniden yeşermesi için su kâfi gelmeyecekti. Kırmızı toprağın, kan kırmızı ile sulanması gerekiyordu ki, eski canlılığına kavuşabilsin. Yoksa mümbit topraklarımızda, iflah olmaz bir kıtlık yaşanması kaçınılmazdı.
Ve medreseler, âlimler, şeyhler, mutasavvıflar, fakihler beldesi; Cizre. Burası öyle bir yerdi ki Melayê Cezerî, Kırmızı Medresesinde terennüm etmişti o meşhur kasidelerini. Ahmedê Xanê, sokaklarında dolaşmış, Mem ile Zin’e burada hayat vermişti.
Fakat çoraklaşmanın merkezi yine Cizre idi. Kuruyan toprak, kan kırmızı ile yine burada sulanmalıydı. Seyda da öyle yaptı. Uzun süren medrese ve dergâh eğitiminden sonra, hem bir molla hem de bir şeyh olarak gelip kondu, Nuh Nebi’nin memleketine.
Hemen bir cami ve medrese imar etmeliydi. Yeniden kurulacak hayatın olmazsa olmaz mekânlarıydı bunlar. İmkânlar cami ile medresenin birlikte olduğu bir binaya elverdi. İsmiyle anılan caminin hücrelerini, medrese eğitimine tahsis etti.
Talebeleri vardı artık Seyda’nın. İlme duyulan iştiyak, hemen kendisini hissettirmişti. Cudi Mahallesi etrafına ışıklar yayıyordu. Öyle ki sonra “Nur” saçan mahallenin temelleri burada atılıyordu.
Her şey zıddı ile kaim oluyordu bu dünyada. Zıtlar beliriverdi etrafta. Seyda’nın daha yeni yeni diktiği fidanlar, kökleri ile birlikte koparılmalıydı kendilerince. Kutlu davanın varisi olan Seyda, tabi olduğu Peygamberi gibi alaya alınıp, kaş göz işaretleri içinde yürüyordu Cizre’nin sokaklarında.
Sadece medrese ile yetinmeyen Seyda, belde halkının aydınlanması için açtığı Cudi isimli kitapevinde, çağdaş âlimleri de tanıtıyordu. Seyyid Kutup, Hasan el-Benna, Mevdudi’yi bu şekilde getirmişti çorak topraklara.
Camisinde imam, medresesinde müderris, kitapevinde bir aydın olarak, her kulvarda ayrı bir görev ifa ediyordu. Gittiği her mecliste tebliğ ediyor, Kur’an’ın mesajını yayıyordu. Fakat karanlık yüzler daha fazla tahammül edemediler bu aydınlanma hareketine.
Ablukaya aldılar Seyda ve yarenlerini. Bu şekilde ışığına engel olmaya çalıştılar. Ambargo günleri başlamıştı artık. Öyle ki çalıştığı kurum olan Müftülük’ten, maaşını almaya dahi gidemiyordu. Çoğu zaman akrabaları aracılığı ile aylığını alabiliyordu.
Uzun zaman olmuştu Seyda’yı görmeyeli. Onu ziyaret etmeliydim bu zor günlerinde. Ateşten bir çemberden geçeceğimi biliyordum; ama içimden gelen bir ses; “Belki bir daha göremeyebilirsin, git ve vedalaş kendisi ile” diyordu.
Gittim Cizre’ye. Mahallesine nasıl gideceğimi bilemiyordum. Müthiş gergin bir hava vardı. Âdete her taraftan namlular üzerime çevrilmiş gibi bir hisse kapılmıştım. Ama Seyda’mı görmenin bir yolu olmalıydı. İçin için Allah’a yalvarıyor; “Ne olur Rabbim, beni ona götürecek bir yol aç” diyordum.
Çarşıda dolanırken, tanıdık bir-iki sima gördüm. Ferahlamıştım. Onları takip edecektim Seyda’yı görmek için. Biri önümden diğeri arkamdan, mesafeli bir şekilde yürümeye başladılar. Beni ona götürdüler. Medresede hala tedris devam ediyordu. Ne garip değil mi? Kendisini yok etmeye çalışan ebeveynlerin çocuklarını eğitmeye çalışmak ve karşılıksız iyilik yapmaya devam etmek.
Akşam, misafiri olarak kaldım medresesinde. O gece şu meşhur sözünü tekraren bana da söylemişti: “Ben ki bir şeyhim, sokaklarda dolaştığımda insanlar ellerimi öpmeye çalışır. Ama camiamdan yedi yaşındaki bir çocuk, kulağımdan çekip beni Cudi Dağına götürse, itiraz etmeden peşi sıra giderim.”
Sabah birlikte kahvaltı yaptık. Kendisinden müsaade istediğimde; “Bana bir emrin var mı Şeyhim?” diye sordum. Yüzüme baktı ve bir Şeyh’in ismini vererek; “Ona git, mazlumluğumuzu anlat. Nasıl bir abluka altında olduğumuzu ve Allah’ın dini için ne menem bir zulme uğratıldığımızı bilsinler” dedi.
Vedalaştığımda öpmeye çalıştığım ellerini geriye kaçırdı. Uzun uzun sarıldım ona. Bir daha görüşemeyeceğimizi hissediyordum. Seyda’nın söylediklerini o Şeyh’e tane tane aktardım. Kendisinin destek değil, sadece Cizre şeyhlerinin durumdan haberdar olmalarını istediğini de belirttim. Mesajı, muhatabına iletmenin haklı gururunu yaşıyordum.
Sonrası mı? Sonrası malum. Bir daha görüşmek nasip olmadı. 19.02.1992 günü çapraz ateşe tutmuşlardı Seyda’yı. O gün “Şehadet Öğretmenliği” unvanını da almış oldu.