• DOLAR 34.661
  • EURO 36.514
  • ALTIN 2953.809
  • ...

Dünyanın kıyısında dolaşıyordu. Şöyle bir yanlış adım atsa, boşluğa düşecekti. Annesi; “Aman ha dikkat et oğlum, düşeceksin!” dedi. Ama oğlu pek dikkat etmiyordu.

Birden ayağı kaydı ve düştü uçsuz bucaksız, yatık 8 ile ifade edilen boşluğa. Her yer karanlıktı. Etrafına şöyle bir baktı, hiçbir şey göremiyordu. İlk önce sağ ve sol kavramlarını yitirdi. Sonra yönler gitti. Doğup batan bir güneş yoktu ki, doğu-batı ve dahi kuzey ile güney olsun.

Bir süre sonra “Zaman” kavramının olmadığı bir yerde olduğunu anladı. Önceki yerde doğup batan güneşin 24 saatlik hareketini, bir gün olacak şekilde ayarlamışlardı. Şimdi gün diye bir şey yoktu. Dolayısıyla hafta, ay ve yıl da olmayıverdi. Zamansızlık kavramını yeni yeni anlamaya başlıyordu.

Ezel ve ebed denilen iki olguyu kavramak üzereydi. Sonsuzluk öyle anlaşılmayacak kadar girift değildi belki. Çünkü etraf tamamen kör ve karanlıktı. Eski dünyasındaki yakın uzayıp parlayan cisimler kaybolmuştu. Işık hızıyla saniyede 300,000 km. yol aldığı halde, milyonlarca ışık yılından sonra bir veya iki gök cismine rast gelmişti. Sonsuzlukta uçmak güzeldi.

Hayretler içinde her tarafa esas hâkim olan şeyin koskoca bir boşluk olduğunu hissetti. Dünya, gezegenler, güneş, yıldızlar, galaksiler, kümeler vb. her şeyi kuşatan bu karanlık boşluk, neyin nesiydi?

Her şey boş ve her tarafta boşluk olduğu halde bir ses; “Ben yeryüzünde kendime bir halife yaratacağım” demişti. Kalabalık bir topluluktan yükselen sesler; “Bizler sana ibadet edip, duruyorken yeryüzünde kan akıtacak birini mi yaratacaksın?” diye mukabelede bulundu. Esas sesin sahibi; “Bilmediklerinizi ben bilirim” dedi ve film burada koptu.

Neydi esas sesin sahibinin bildiği o bilgi? Kalabalığın bilmediği ve hala da tam olarak anlamlandıramadığı o bilgi, her şeyin gelip düğümlendiği noktaydı. Belki; “Akıl, bilgi, ibadet, sorumluluk, cüz’i irade” gibi cevapları vardı bu girift sorunun. Ayakta dik durabilen ve kafasının içinde taşıdığı 1,5 kilogramlık beyin ile var olduğunun farkında olan bu canlının yaradılışında, bütün bunların üzerinde bir anlam vardı elbet, Yaratanın bildiği ve bizim bilmediğimiz.

Belki esas gaye; teslimiyetin “İslam”, tatminin “Müslüman” olarak isimlendirildiği şey, “Bilinmeyene ram olma” fikriydi. Zaten bilinen bir şey “Tanrı” olamazdı. Herhalde istenen şey buydu: Bildiklerimizden yola çıkarak, bilmediklerimize teslim olmak.

Canı sıkıldı boşluğun orta yerinde. O sesin sahibi; “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” dediğinde, bunca boşluğun içinde yalnız olmadığını hissetti. Sonra koro halinde yükselen “Böyle birini yaratma” diyenler de vardı. Etrafını iyice kalabalık hissetmeye başladı. Nurdan ve nârdan yaratılanların yanında, topraktan gelmiş olmanın ezikliği, ona ulvi makamlara yükselme hissi veriyordu. Yavaş yavaş o makamlara doğru yol almanın bilincine varıyordu.

Uzayın boşluğunda, ses diye bir şeyin olmadığını öğrenmişti daha önce. Dolayısıyla boşlukta yayılamayan sesi duyulmaz oluvermişti. Birden “Allahü Ekber” diye bir ses işitti. Bunca boşluğa rağmen duyduğu sese yönelmek istedi ama hiç hali yoktu. Uzayın boşluğunda ilerlemek daha güzel geldi kendisine.

Derken annesi; “Oğlum kalk hadi, işe geç kalacaksın.” dedi. Ter içinde ayağa kalktı. Lavaboya koştu, elini yüzünü yıkadı. Mutfağa geçti. Annesi bir güzel kahvaltı hazırlamıştı. Üç-beş lokma aldı ve “Geç kalıyorum” deyip, dışarı çıktı.

Trafiğe dalınca etrafının ne kadar kalabalık olduğunu hissetti. Herkes bir yerlere koşturuyordu. Hayatın döngüsü dönüyordu. Dolup boşalan duraklar, yetişilecek otobüsler, tramvaylar, uçaklar. İş peşinde koşan bir yığın insan.

İş yerindeki ağır tempoya ayak uydurmaya çalışıyordu. Ödenmesi gereken borçlar, çekler, senetler. Bunca işin içinde acıktığını hissetti birden. Vakit öğlen paydosuydu. Yemeğinden bir iki lokma almıştı ki, aşina olduğu bir sesi farklı bir şekilde duydu bu kez; “Allahü Ekber.” Öğlen ezanıydı okunan. Meğer uzay boşluğunda duyduğu ses sabah ezanıymış.

Gece gördüğü rüyadaki gibi bir boşluk hissetti içinde. Bu boşluk uzay boşluğundan daha beterdi. İçindeki boşluğu doldurması gereken şey müezzinin güzel okuması ile yankılanan ses olmalıydı. Yemeğini olduğu yere bırakıp, lavaboya koştu. Bir güzel abdest aldı. En yakındaki camiye gitti.

İçeride biri imam, üç beş kişi vardı. Yani cami boştu. Hâlbuki bu güne kadar gittiği her yer doluydu; yemekhane, banka, stadyum, otobüs durakları. Etrafı dolu olmasına rağmen içindeki boşluğu bir türlü dolduramamıştı. Şimdi geldiği koca cami boştu ama içindeki boşluğun dolduğunu hissediyordu.

Nasıl da bomboş bir hayat yaşamıştı bu güne kadar.