SURE İSİMLİ
“Ve’l Asr” diye başlamıştık. Zamana yemin ediyorduk. Birbirimize hakkı ve sabrı tavsiye edecektik. Hakkın söylendiği yerde, sabra ihtiyaç duyulduğunu duymuştuk ama daha öğrenmemiştik. Âdem’den, Nuh’tan, İbrahim’den, İsa’dan (Allah’ın selamı üzerlerine olsun) ve dahi Adı Övülmüşten (sav) kalan mirasa sahip çıkacaktık. Başladık ev ev, sokak sokak “Asr”ı idrak etmeye ve ettirmeye, hakka muhalif olanları hesaba katmadan.
Dedik ya, sabrı duymuş ancak daha öğrenmemiştik diye. Ailelerimizin endişelenmeye başlamaları ile öğrendik biraz. Ancak sabırlı değildik daha. Çünkü ailelerimize öyle kararlı bir duruş sergiliyorduk ki, sabra ihtiyaç duymuyorduk.
Sonra akraba ve aşiretlerimiz devreye girdi. Bizler için gerçek sabır dersleri başlıyordu artık: “Bu yük size mi kaldı? Daha siz abdest almasını dahi bilmiyorsunuz. Âlimlerin, şeyhlerin, molla ve müderrislerin başaramadığını siz mi başaracaksınız? Hepinizin kanları heder olacak. Gelin başınızı gereksiz yere belaya sokmayın. Namazınızı kılın, orucunuzu tutun, camiye gidip ibadetinizi yapın. Ama bu kadarla yetinin. Bunun ötesine hiç birimizin gücü yetmez.”
Kendimizi nasıl ifade edecektik? Bu dava Habil’den kalmaydı. Sonra Nuh (as) kendini ifade edememişti. İbrahim (as) ve Lut (as) birlikte terk-i diyar olmuşlardı. Hud (as) ve Salih (as)’in kavimleri anlamak istememişti onları. Evet, öncü davetçilerin hemen hemen hepsi kendilerini ifade etme sıkıntısı yaşamışlardı.
Gün geldi, zaman çattı. Artık sokak ortalarında kalan cesetlerimizi kaldıracak üç-beş kişi bulunamıyordu. Muhammed Said vurulduğunda, daha bir lise talebesiydi. Hiç kimseye pozitif bir ayrımcılık yapılmıyordu. Hani var ya; kadınlara, çocuklara, engellilere yasal pozitif ayrımcılık. Kadın-kız, çoluk-çocuk, yaşlı-genç, kısacası herkes hedefteydi.
Kime, nasıl ifade edecektik kendimizi? Davanın kadim bir dava olduğunu, hak-batıl savaşının eskiden beri var olduğunu, tarihin her karesinde tevhid-şirk mücadelesinin devam ettiğini, nasıl anlatacaktık?
Geceleri alnımızı secdeye mıhlayıp feryat ediyorduk: “Ya Rabbi, karşımızdakilerin Hz. Salih (as)’in kavminden, Hz. Hud (as)’un milletinden, Ebu Cehil’in dostlarından büyük bir farkları yok ama onları helak etme. Hidayetlerine talibiz. Bizleri buna vesile kıl.”
Secdeden başımızı kaldırdığımızda, anlımızı koyduğumuz yerdeki ıslaklığın terden olmadığını, nasıl ifade edecektik?
Sonra 28 Şubat, postalları ile kapımıza dayandı. Hızlı çalınıyordu kapılarımız. “Yatın, yatın” diye boylu boyunca yatırıyorlardı bedenlerimizi soğuk betonlara. Etlerimizin ateş ile imtihanını, hücrelerimizin buz kalıpları ile imtihanı izledi.
Medya canavarı tek dişi kalmış gibi üzerimize üzerimize geliyordu. Aman Allah’ım, bizler neymişiz de haberimiz yokmuş. Mesela ahtapot gibi kollarımız varmış. Işınlama yoluyla bir gecede farklı yerlerde görünebiliyormuşuz. Malcolm X ne kadar da haklıymış. “Eğer dikkatli değilseniz, gazeteler sizin zulüm gören insanlardan nefret etmenizi ve zulmü uygulayan insanları sevmenizi sağlar.”
Nasıl ifade edecektik ki, gözaltında ateş çemberinden geçirilenlerin; camilerde Kur’an, medrese köşelerinde Arapça, evlerinin odalarında siyer derslerini verdiklerini? Kimse bizlere inanmayacaktı. Çünkü basın bas bas bağırıp, seslerimizi bastırıyordu.
Nasıl haykıracaktık bütün bunları? Kim inanacaktı, kutlu davanın kadimden gelen; peygamberlerin, nebilerin, sıddîklerin, şehidlerin davası olduğunu? Başımızı ellerimizin arasına alıp, bir mengene gibi sıkıştırdığımız beynimizden biz çözüm bulamayınca, gökyüzüne bakıp bakıp haykırıyorduk bizleri Yaratana: “Ne olur Ya Rabbi! Bizleri anlasınlar artık. Yorulduk kendimizi ifade edememekten. Katından bizlere bir yardımcı gönder. Artık yeter, anlaşılmak istiyoruz.”
Derken, Sure İsimlimiz yetişti imdadımıza. Adı Yasin’di. Kadimden gelen dava kurbanlarının temsilciliğini yapmak üzere gelmişti sanki. Çarçabuk büyüdü. Yapacağı göreve hemen yetişmek ve vazifesini yerine getirip kanatlanmak istiyordu ötelere.
Amed’in orta yerinde kurşunlandı bir binanın üçüncü katında. Sonra bıçaklandı. Sonra üçüncü kattan aşağı atıldı. Sonra üzerinden araba ile geçildi. Sonra ateşe verildi. Mübarek vücudu asfalta yapıştı.
Ve anlaşıldık.
Meğerse Asr ile başlayıp, Yasin ile anlaşılacaktık.