BU HARİCİLİK Mİ SELEFİLİK Mİ
Son zamanlarda çevremizde meydana gelen birçok olay, bizleri dikkatli olmaya ve selefi salihinin yoluna sarılmaya sevk etmiştir. Fakat gel gör ki, bugün tarihte harici olarak vasf edilen birçok hareketin günümüzdek temsilcileri de bugün kendilerini selefi alihin yolunun yolcuları olarak görmekteler. Hal böyle olunca tarihe bir kez daha dönüp ne olduğuna ve kimin neyi, nasıl savunduğuna bakarak kendimiz için sağlam bir görüş edinmeye çalışmalıyız.
Şimdi aşağıda vasıflarını derlediğimiz eski hariciler ile bugün kendilerine selefi diyen birtakım insanların hal ve hareketlerinin ne kadar bir birine uyduklarını hayretle göreceğiz.
Bugün müslğmanları kurbanlık koyun gibi boğazlayıp arkasından tekbirler getirenlerin aslında eskiden de var olduklarını, zaman zaman islam coğrafyasında ortaya çıkan zalim bir gruh olduklarını göreceğiz.
Bugün Irak`ta ve Suriye`de İslam adına ortaya çıkan bu hareketin aslında en büyük zararı islama verdiğini artık tüm akıl sahipleri hemfikir olmuşlardır. Bunların bütün müslümanlar tarafından dışlanması ve halka tanıtılması gerekir. Çünkü özellikle gençlerimizi yaldızlı ifadelerle saflarına çekmekte ve onları vahşi eylemlerinde yüzlerini örterek kullanmaktadırlar.
Zaten eğer yaptıkları iş islami ve insani olsaydı yüzlerini gizleyerek bu işi yapmazlardı.
Şimdi günümüzde ortaya çıkan bu harici zihniyete bakarak tarihteki ile karşılaştıralım. Nasıl tıpa tıp birbirine uyduklarını hayret ile görelim. sadece eylemlerinin değil, söylemlerinin de tıpa tıp uyduğunu göreceğiz.
"Hâricîlerin büyük çoğunluğunu bedevî çöl Arapları oluşturuyordu. Yaşama şartları ve biçimleri, çoğu yoksul olan bu insanları sertliğe, şiddete ve kabalığa sürüklemişti. Taşkın bir ruha, atılgan bir mizaca sahiptiler. İslâm`a samimiyetle inanmışlardı ancak ufukları dar, düşünceleri yüzeyseldi. Onlar için hareket her zaman bilgiden önce geliyordu. Bu nedenle inançlarındaki samimiyet onları bağnazlığa, katılığa, hoşgörüsüzlüğe götürmüştü. Kendilerini bilgi değil, bir din hâline getirdikleri slogan ve heyecanları yönlendiriyor, muhâlif olma düşüncesi gerçeğe ulaşmalarını engelliyordu. Kur`ân`ı çok okuyor, zâhir anlamına sarılıyor, kendi anladıklarının dışında başka bir anlam tanımıyorlardı. Kendilerinin haklılık ve doğruluğundan öylesine emindiler ki, her an ölmeye, kendilerini fedâ etmeye hazırdılar. Hiçbir önemli neden olmadan tehlikelere atılmaktan sakınmıyorlardı. Kendileri gibi düşünmeyen bütün insanları kâfir sayıyor, öldürülmeleri gerektiğine inanıyor ve bu yolda son derece acımasız davranıyorlardı. Başlangıçta tek bir slogan (lâ hukme illâ lillâh) etrafında toplanan Hâricîler, Nehrevân olayından sonra çeşitli kişileri önder tanıyarak kollara ayrıldılar ve kendilerine özgü kimi inanç ve düşünce ilkeleri belirlediler. Bu kollar arasında, aynı kökten geldiklerinden şüpheye düşürecek kadar derin görüş ayrılıkları görülür. Muhâlif tavırları ve savaşçılıkları bir yana, düşünce ve inanç açısından paylaştıkları görüşler son derece azdır. Mezhepler tarihçilerinden Ka`bî ve Şehristânî`ye göre bütün Hâricîler yalnızca şu üç noktada görüş birliği içindedirler.
Hâricîler, devlete karşı eylemlerinde “lâ hükme illâ lillâh/hüküm yalnız Allah`ındır” ifadesini slogan olarak kullanırken; kişilere karşı eylemlerinde “el-emru bi`l-ma`rûf ve`n-nehyu ani`l-münker” prensibini esas almışlardı. “Lâ hükme illâ lillâh” sloganını Hâricîler; “Allah`ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, işte onlar kafirlerdir.” âyetine dayandırmışlardı. İlk olarak Hakem Olayı`nda Hz. Ali`ye karşı kullandıkları bu slogan için, Hz. Ali, “Bu zulüm kasdedilen hak bir sözdür.” şeklinde bir değerlendirmede bulunmuştu. Kaldı ki, Hâricîlerin bir kısmı Hz. Ali`yi dinleme cesaretini de gösteremeyip, o konuşurken kulaklarını tıkıyorlardı.
Bu fırka mensuplarının ne derece ikilem içinde bulunduklarını, iyiliği emredip kötülüğü yasaklama adına İslâm Dünyasında nasıl bir terör estirdiklerini ayrıntılı olarak ele alacağız. Zira Hâricîlerin ne derece şiddet yanlısı oldukları, kendi anlayışlarının dışında doğru kabul etmediklerinin pek çok örneği bulunmaktadır.
Hâricîlerin lideri Râsibî, Basra`da bulunan Hâricîlere yazdığı mektupta onların kendilerine katılmalarını, iyiliği emredip kötülükten menetmelerini istemişti. Râsibî`nin bu teklifine olumlu cevap veren Basra Hâricîleri, Nehrevan Köprüsü`nde toplanmış olan Kûfe Hâricîlerine katılmak üzere Basra`dan çıkıp, Nehrevan`a yaklaşmışlardı. Bu arada, içlerinde Abdullah b. Habbab b. Erett ile doğumu yaklaşmış bir derecede hamile bulunan hanımı veya cariyesi olan bir topluluğa rastladılar. Abdullah b. Habbab`ın48 boynunda bir Kur`ân asılı idi.
Hâricîler, Abdullah`a kim olduğunu sorduktan sonra, ona kendisini güvende hissetmesini ve sorularını doğru olarak cevaplamasını istediler. İlk olarak, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer hakkındaki görüşlerini sordular. Abdullah, onları hayırla andı. Hz. Osman`ı sorduklarında ise, onun başlangıçta da sonrasında da haklı olduğunu ifade etti. Hz. Ali ile ilgili sorularına ise, “O, Allah`ı sizden çok iyi bilir ve sizden daha dindardır, görüşü de sizden daha isabetlidir.” cevabını verdi. Hâricîler, İbn Habbab`ın verdiği bu cevaplardan memnun olmadılar ve kızarak şöyle dediler: “Sen hevâya uyuyor ve kişileri işleri ile değil, adları ile tanıyorsun. Allah`a yemin ederiz ki, seni görülmedik bir şekilde öldüreceğiz.”
Bundan sonra, Abdullah`ı hamile olan eşi ile birlikte alıp, kollarını arkasına bağladılar ve yolda bir hurmalığa vardılar. Abdullah, bunlara; “Ben Müslümanım, öldürülmemi gerektirecek bir harekette bulunmadım. Ayrıca size ilk rastladığımda bana emniyette olduğumu söylediniz” dedi. Ancak onlar, “Senin boynunda asılı olan Kitab, bize senin öldürülmeni emrediyor” diyerek, İslâmiyet`e büyük hizmetler etmiş, birçok gazalarda bulunmuş bu önemli zatı yere yatırıp koyun keser gibi kestiler; karısının da hiçbir suçu yokken, feryat ve yalvarmalarına bakmadan karnını yararak şehid ettiler. Ayrıca bu kafilede bulunan diğer dört kadını da kestiler49.
Haber Hz. Ali`ye ulaşınca, olayı soruşturmak üzere el-Hâris b. Mürre`yi görevlendirdi. Hâris, oraya varır varmaz, Hâricîler tarafından sorgusuz sualsiz öldürüldü. Bunun üzerine, Hz. Ali`nin yanındakiler dehşete kapılarak, Muâviye`nin üzerine gitmeden, öncelikle Hâricîlerin işinin bitirilmesi gerektiğini söylediler. Zira onlar, Şam`a gittiklerinde geride kalan ailelerine ve mallarına Hâricîlerin zarar vereceklerinden korkuyorlardı.
Maalesef, bedevî zihniyeti ile hareket eden, İslâm`ın ruhundan habersiz, Kur`ân ve Sünnet hakkında bilgileri son derece yetersiz olan Hâricîler; bu katliamı, gaye edindikleri “iyiliği emredip kötülüğü yasaklamak” adına yapmışlardı. Ancak bu prensibi yerine getirirken büyük bir fitne hareketinin içinde olduklarının da farkında bile değillerdi. Zira, İslâm dünyasında tam bir terör havası estirmekte idiler. Hâricîlerin ileri derecedeki taassubu, aşırı hükümleri ve şiddet hareketleri ile derhal kendini gösterdi. Hz. Ali`nin hilafet üzerindeki iddialarının hükümsüz olduğunu ilan ettikleri gibi, Hz. Osman`ın hareketini de takbih eyleyerek, katlinden dolayı intikam almak fikrini de külliyen reddettiler. Hatta daha da ileri giderek, Hz. Osman ile beraber Hz. Ali`nin hilafetlerini kabul edenlerle, kendi fikirlerini kabul etmeyenlerin dinden çıktıklarını ve bunların öldürülmeleri gerektiğini ilan ettiler. Ardından da, kadınlar da dahil, pek çok kimseyi öldürdüler.
Hâricîler, “El-emru bi`l-ma`rûf ve`n-nehyu ani`l-münker” prensibini uygulamak adına cehaletlerinin eseri olarak sürekli tenakuza düşmekte idiler. Onların en büyük çelişkileri kendileri gibi düşünmeyen dindaşlarına son derece sert ve katı davranmalarına mukabil; ehl-i kitaba zimmet-i nebeviyeyi muhafaza düşüncesi ile ilişmemeleridir. Bu ters uygulamalarına ilişkin İslâm Tarihi`nden bir kısım örnekler sunalım.
Mu`tezile`nin önde gelen isimlerinden biri olan Vâsıl b. Ata, arkadaşları ile çıktığı bir yolculukta Hâricîlerden bir grubun kendilerine doğru geldiğini gördü. Arkadaşları bu durumdan çok korktular. Vâsıl, arkadaşlarından kendisini Hâricîlerle yalnız bırakmalarını istedi ve bir çaresini bulup kurtulacakları yolunda ümit verdi. Arkadaşları, yaklaşan Hâricîlerin korkusundan dehşete düşmüş bir vaziyette idiler ve ümitlerini Vâsıl`ın bulacağı çareye bağlamışlardı. Hâricîler yanlarına geldiğinde, aralarında özetle şöyle bir konuşma cereyan etti: Hâricîlerin; “Siz kimlersiniz?” sorusuna Vâsıl; “Allah kelamını dinlemek ve hudud-u İlâhiyi öğrenmek isteyen müşrikleriz.” şeklinde cevap verdi. “Dehaletinizi kabul ettik” diyen Hâricîlere Vâsıl, kendilerine talimde bulunmalarını istedi. Bunun üzerine Hâricîler, kendilerinin ahkamını onlara tebliğ ettiler. Vâsıl da “Ben ve arkadaşlarım söylediklerinizi kabul ettik” dedi. Bunun üzerine Hâricîler, Vâsıl ve arkadaşlarına kendileri ile birlikte yürümelerini, artık bundan böyle arkadaşları olduklarını söylediler. Vasıl ise onlara; “Buna hakkınız yoktur, çünkü Allahu Teâlâ kitabında; “Eğer müşriklerden biri sana sığınacak olursa, Allah`ın sözünü dinleyinceye kadar onu koru. Sonra da onu güvenilir bir yere gönder.” buyuruyor. Siz bizi, emin olacağımız yere götürmeye mecbursunuz.” dedi. Bunun üzerine Hâricîler birbirlerine bakındılar ve buna mecbur olduklarına karar verdiler. Kalkarak Vâsıl ve arkadaşlarını gidecekleri yere kadar götürdüler.
Bu olaydan başka, anlatılan benzeri bir diğer olay da şöyledir: Hâricîlerden bir grup, bir gün yolda giderken bir Müslümanı ve bir Hıristiyanı yakalamışlar, Müslümanı öldürüp, zimmet-i nebeviyeyi muhafaza düşüncesi ile Hıristiyana dokunmamışlardı54. Onların garip bir şekilde Müslümanlara göstermedikleri bu müsamahayı, Ehl-i Kitab`a göstermelerinin izahını yapmak zordur. Ancak onlar, Ehl-i Kitab`ın Müslümanlar gibi Allah`ın gerçek vahyine mazhar olamadıklarından, onları himaye etmenin ve korumanın gerektiğine inanmışlardır. Bununla birlikte, farklı nedenlerle daha sonraki devirlerde Ehl-i Kitab`a daha az müsamahalı davranılmıştır.
Hâricîler, söz konusu prensibi uygulamakta son derece tezat içine düşmüşlerdi. Onların ne denli tezat içinde bulunduklarını şu olaylar göstermektedir: Abdullah b. Habbab`ı ve masum kadınları şehit ettikleri hurma ağaçları altında bir Harici, ağaçtan düşen bir hurmayı ağzına almıştı. O, “bedelini vermediğin bu hurmayı nasıl yersin?” diye arkadaşları tarafından öldürülmüştü. Yine bu sırada zimmilerden birinin domuzu orada dolaşmaktaydı. Hâricîlerden biri kılıcıyla bu hayvanı öldürdü. Hâricî arkadaşları onu; “Yer yüzünde fesat icra ediyorsun” diye öldürmeye kalkıştı. O ise, domuz sahibini buldu, onu razı etti ve böylece ölümden kurtuldu.
Onların ters davranışlarını gösteren bir örnek de şöyledir: Hâricîler, bir Hıristiyandan bir hurma ağacı istediler. Adam; “Alın sizin olsun” dedi. Onlar ise; “Vallahi bunu parasız almayız.” diye cevap verdiler. Bunun üzerine Hıristiyan adam; “Bu ne garip şey, Abdullah b. Habbab gibi bir adamı öldürüyorsunuz, fakat bizim hurma ağacımızı para vermeden almak istemiyorsunuz?” dedi58. Yukarıdaki örneklerden anlaşıldığı gibi Hâricîler; “iyiyi emr, kötüyü men” hükmünü yerli yersiz uyguladılar59.
Görüldüğü gibi, onların bedevî nazarlarında kendileri gibi düşünmeyen bir Müslümanın, Hıristiyanın domuzu kadar ehemmiyeti bulunmamakta idi. Domuzu öldürünce fitne çıkacağından endişe eden bir Harici, Müslüman kanı akıtmaktan hiçbir şekilde geri durmamaktaydı. Şüphesiz bu da onların tamamen yapılarıyla alakalıdır. Kör taassupları, onları istikametli düşünmekten ve makul davranıştan uzaklaştırmakta idi."
Allaha emanet olun.