İlahi Aşkın Fedaileri
Canlarını davalarına feda edenler davaları yaşadıkça kendileri de yaşarlar. Canını dünyaya feda edenler de malları yaşadıkça yaşarlar.
Ferdi manada canlarını davalarına feda eden fertler, toplumlarda sürekli olmuşlardır. Bunlar çeşitli şekillerde toplum tarafından kahramanlaştırılmış ve nesilden nesile hikâyeleri ve türküleri okunur olmuştur.
Ama bazı sessiz kahramanlar var ki, bunlar sadece canlarını değil, izzetlerini, şereflerini, adlarını ve şanlarını da davalarına feda etmişlerdir. Bir toplumu yönettikleri, emirlerinde fedaya hazır binlerce fedai olduğu halde, kendileri tanınmaz, kendi hesaplarına bir laf etmez, kendi takipçileri tarafından bile bilinmezle. Çünkü onlar davalarını, şahıslarına tercih etmişlerdir. Sahiplik duygusunu defterlerinden silmişlerdir. Benlik, senlik diye bir dava gütmemişlerdir. Varsa yoksa Allah için düsturunu, hayatlarının tüm safhalarında hâkim kılmışlardır.
Bunların bariz özellikleri şunlardı;
İçinde doğup büyüdüğü evini yıllarca terk ettiler. Mesken tuttuğu yerleri hep bir geçici yer olarak gördüler. Gönlünü bu fani mekânlara bağlamadılar.
Ailesi ve çocukları olmasına rağmen onları da Allah için terk ettiler. Aynı ülkede, aynı bölgede, aynı şehirde ve hatta aynı mahallede yaşamasına rağmen ailesini aylarca, yıllarca göremediler. Ailevi duygularını davasına feda ettiler. Ailesini ve sevdiklerini bir muhacir hicreti ile terk ettiler.
Bir hasret uğruna çok hasretler çektiler.
Akraba ve dostları vardı. Candan sevdikleri vardı. Hasretlerini gönüllerine gömdüler.
Toplumu ve toprakları vardı. Allah için hepsini geride bıraktılar. Bir âşık gibi davasının peşine düştüler. Ne dağlar ovalar aştılar! Ne yerler yurtlar gördüler! Hiç birisini mesken edinmediler. Hiç birisine gönül bağlamadılar.
Yollara düştüler İlahi yol uğruna. Ne yollar gördü, ne yollar aştılar! Hiç birisine itibar etmediler.
Çok kapılar çaldılar. Bir bir kapandı yüzlerine. Bir İlahi kapıdan ayrılmadılar, birde mazlumların gönül kapısından. Ne zaman çaldıysa hep açık buldular. Hep ilahi kapının bendesi oldular.
Kardeşlerine hasretti, kardeşleri onlara hasretti. Bir ömür bu hasretle geçti de, bir buluşmaları olamadı. Davalarına bir zeval gelecek diye bütün duygularını, bazen ateş gibi özlemle, bazen buz gibi soğuklarla bastırdılar. Kendi evlerinde, köylerinde, şehirlerinde hep bir muhacir gibi yaşadılar.
Bir İbrahim gibi muhacirdiler, bir İsmail gibi kurban olmayı beklediler. Ve bekleyenlerden birinin va`di gelmişti.
Soğuk bir ocak günü vakti gelmişti İsmail olmanın. Hemen fedaya hazırlandılar. İçlerinde en sevdalısı öne atılıp kendini feda etti. En yiğitleri, en mertleriydi. Davasına en âşık olanları, en muhacirleriydi. Yüce bir dağ gibi, arkasına sığınılan, zor zamanlarda öne atılanıydı.
Ansızın kapısı çalındı. Yıllarca peşinde koştuğu sevdasıydı kapısını çalan. Sığınacak bir gönül arıyordu. Mazlum, muhacir ve aşık olan bir gönül. Kapı kapı dolaşmıştı da kimse kabul etmemişti. Zalimler arkasından kovalıyordu sevdasını.
Kurşunlarla tarıyorlardı. Hemen üstüne atıldı. Sımsıkı tuttu çekti göğsüne. Bağrını açtı kurşunlara sevdası uğruna. Biliyordu ki, aşk fedakârlık gerektirir. Bu aşk şerik kabul etmez. Bir gönülde sadece o olmalıydı. Onun için yıllarca bu gönlü bu güne hazırladı. Tüm aşklardan temizlemişti. Tertemiz bir gönül kurmuştu ona. Riyasız, şeriksiz, pazarlıksız.
Bu sevdanın bedeli ölümdü. O da bunu biliyordu ve bu anı bekliyordu. Ve o kadar âşıktı ki; bir değil otuz üç kurşun ile otun üç kere sevdasına feda etti kendini.
Mütebessim bir yüzle, yıllarca bendesi olduğu rıza kapısına “ Gir” emri ile bir maşuk olarak giriverdi…..geride çok aşıklar bırakarak.