Önce Ruhunu Öldürdüler, Sonra Bedenini
Elimde, İz Yayıncılıktan çıkan “Çanakkale Cephesinde Bir Müderris “ adlı bir kitap var. Bu kitap Konya`dan Çanakkale`ye savaşa giden bir medrese âlimi olan Abdullah Fevzi efendinin hatıralarıdır. Gerçekten ibretle okunması gereken bir kitaptır. Bir İslam devleti olan Osmanlı imparatorluğunun ittihat ve terakki partisinin elinde ne hallere getirildiğini ibretle anlatıyor. Ayrıca Çanakkale savaşlarının görünmeyen arka planını anlatıyor ki, insanın içi parçalanıyor.
İnsan bu hatıraları okuyunca cumhuriyetin ilk kuruluş yılarında, halka dayatılan inkılâp zulümlerinin de nasıl ve nereden kaynaklandığını anlıyor. Osmanlının, son zamanlarının kimin elinde oyuncak hale geldiğini ve vatan evlatlarının, nasıl da hoyratça telef edildiğini görüp ibret alıyor.
Bu İslam alimi sadece Çanakkale`de değil oradan Irak ve kuzeybatı İran, ile Kafkasya`ya kadar giderek orada da savaşmıştır. Yani anlattıklarını yaşayan bir şahsiyettir. Cumhuriyetin ilk yıllarında da İslami kimliğinden dolayı yıllarca arananlar listesinin başında olmuştur. Aile olarak Konya`nın tanınmış ulema ailesinden gelmektedir.
Aslında bir müderris (öğretim görevlisi) olmasından dolayı askeri görevlerden muaftır. Ama kendisi İttihat ve Terakki partisinin, devleti ve askeriyeyi ele geçirmesi ve aşırı bir din düşmanlığı yapmasından dolayı, onları yakından tanımak ve gerçek amaçlarını öğrenmek için gönüllü olarak cepheye gidiyor. Kendisi o zamanlar 30 yaşındadır. Gittiği günden beri de hatıralarını yazıyor.
1800`lü yıllarda orduda görev alan insanların yazdığı hatıratlarında ordudan söz ederken; “hem kültürlü, hem de dini iyi bilen ve hem de kalp tasfiyesi usulünü görmüş, bir büyük terbiye almış insanlardır bu kişiler” diye tarif ederler. Ama, Osmanlının dünyadaki gelişmelere ayak uydurmak için Avrupa`ya gönderdiği zeki talebeleri, Fransız inkılabı ve Rusya boşevizmini benimsemiş, bir Fransız veya Rus olarak geri dönüyorlar. Döneneler, devletin üst kademelerinde görev alıyorlar. Yavaş yavaş devletin mekanizmalarını ele geçiriyorlar ve istedikleri bir düzen için çalışıyorlar. Batıdan aldıkları dinsizlik mikrobunu, Osmanlı topraklarına kusmaya başlıyorlar. 1900`lü yıllara gelindiğinde orduyu ve devleti tarif edenler, ordunun kabalık, cehalet, usulsüzlük ve zorbalığın merkezi olarak tarif ediyorlar.
Ordu, siyaset bulaşmış, ordu içinde dindar olarak bilineler, bir bahane ile ordudan uzaklaştırılmışlar. Ordudaki askeri eğitimin en başında kaba dayak geliyor. Bu yüzden askerlerin ruh halini anlatırken; “talime çağrılan eratın yüzü buruşmakta idi. Çünkü zevkli ve ibadet neşesi ile yapılması gereken işi kumandanlar zorlaştırıyordu. Korkan çocuklar, daha da derbederleşmekte ve basit işleri bile yapamamakta idiler. Erlerin şaşkınlıkları, onların başarılarını olumsuz yönde etkilediği gibi, ruh dünyalarına da tesir etmekteydi. Çocukların talimdeki bu beceriksizliği, kötü sözü, dayağı, hakareti daha da artırıyordu. O kadar ki çocuklar hayattan ümitlerini kesiyor, yaşamaktan bıkıyor, ye`se düşüyorlardı.” Herhalde bugün askerlik yapanlar, bunun ne demek olduğunu daha iyi anlıyorlardır. Hatta bugün karşılaştıkları bu olayların kökeninin ta nerelere kadar gittiğinin de farkın varmışlardır. “Orduda komuta heyetinin durumu ise, aynen bir Arap atasözündeki gibidir; insanı tedaviye kalkmış ama kendisi hasta bir tabip. Burada tedaviye muhtaç olduğu halde bunu farkında bile değil. Ama “ en yüksek komutan, en değerli lider kendisi olduğuna inandırılmış bir kitle”
Ordudaki ahlaki çöküntüyü anlattığı kısımlarda insanın içi parçalanıyor. Bunlar kimin ordusu ve başlarındaki komutanlar kimler? “ Asker dinimizin yasak kıldığı ve hoş görmediği işlere, her türlü caniliğe alışmış durumdadır. Onlar bu ahlaksızlığa boğazlarına kadar batmışlar, hala da batmaktadırlar. Hırsızlık, çapul, yağma, dövüş, yaralama, dövme, içki, onun bunun ırz ve namusunu kirletme gibi pek çok yasağa bulaşmış durumda idiler. Sanki Müslüman değil de, küfür diyarında yetişmişler, hiç İslam ahlakından nasipleri olmamış. Konuştuklarında müstehcen ve utanç verici kelimelerle konuşmalar yaparlar, yarenlikleri ve sohbetleri hep küfürleşme, anlattıkları zina, fuhuş ve cinsellik hikâyeleri. Sanki bu neferlerin ar damarları kurumuş. En kötü konuşmaları da karşılıklı sohbetlerinde Di-i Mübini İslama küfretmeleridir. Allah korusun, biri diğerine kızınca ilk iş onun dinine küfretmek olmaktadır. Bu âdetin kötülüğü, günahı onlara vız gelir. Bu çok yaygındır. Hatta normal konuşmalarda, küfür medar-ı kelam, yani konuşmanın rahatça akıp gitmesi için bir alışkanlık halindedir.” (158-159.s)Daha fazla bu meseleyi anlatmak istemiyorum.
Peki ya namaz; “hazarda olsun seferde olsun namazı asker tamamen boşladı, adeta unuttular. Onlara göre bunun mahzuru ve tehlikesi de yoktur. Allah korusun askerin bir bölümü namazı kötüleyerek, inkâr ederek bıraktı, bir bölümü de bir gün kıldı ertesi gün kılmadı.” (160.s)Bir yerde 1200 kişi olduklarını ve namaz kılanların sayısının 10-12 kişi arasında değiştiğini söylüyor. Aynı zamanda, kendisi imamlık da yapıyor.
Komuta kademesini anlatırken bazılarını şöyle tanıtıyor; “namazı kabul etmedikten ayrı bir kısmı dini hak olan İslam`ı kabul etmiyor, din olarak ona bağlanmıyor, İslam`a ve Müslümanlara hakaretle, küçümseyerek bakıyor. İçindeki kötü düşünce ve inançlar, erlerin yanında dışa vurduklarından çok daha fazla ve fenadır. Eğer ümmi askerin ayaklanmasından çekinip korkmasalar, dini kötülemek üzere içlerindekini dışa dökerek ve hepsini kusacaklar.”(163.s)
İşte bu, İttihat ve Terakkinin ve daha sonra Kuvay-ı Milliyecilerin, bu ümmetin evlatlarını soktukları halleridir. Bu satırları okuduğumda, bugün içinde bulunduğumuz durumun aslında nereden geldiğini görmüş oldum. Osmanlıyı, önce ruhen öldürenlerin daha sonra, onu bedenen de öldürdüklerini ve kendilerine yeni bir cumhuriyet kurduklarını gördüm.
Kitabın tamamı üç cilttir. Ben daha birinci cildini okudum. Okudukça büyük bir teessür ve hayrete düştüm. Öyle olaylar görmüş ve yaşamış ki, kahrolmamak elde değil. Yıktırılan medreseler, asılan âlimler. Yok edilen Müslümanlar. Daha neler neler…..