• DOLAR 34.944
  • EURO 36.745
  • ALTIN 2979.98
  • ...

Hangi dil olursa olsun hiçbir zaman kültürden ve inançlardan koparılamaz. Osmanlıca, İslam kültürünün ortaya çıkardığı bir dil idi. Osmanlıcanın İslam medeniyetinden etkilendiği inkâr edilemez bir gerçek olmasına rağmen, Osmanlı devletinde halk ile aydınlar arasında bağlar, köprüler sağlam değildi. Halkın konuştuğu ve eğer biliyorsa yazdığı dilden çok farklı konuşuyor ve yazıyordu o günkü medrese mezunları, yani aydınlar. Yazı dili ile konuşulan dil arasında; “Divan edebiyatı” ile “Halk edebiyatı” arasında; “Medreseli aydın” ile halk arasında büyük uçurumlar vardı.

Ancak bunun ıslah edilmesi için toplumun ve dinin öngördüğü istikamette uzlaşmasına, uçurumların giderilmesine ve halkın kültürünün artırılmasına gidilmesi gerektiği yerde tam tersi oldu. İslâm aleyhtarlarının, batı hayranlarının kasıtlı tavırlarıyla Kur'an kültüründen halkın olduğu gibi, tüm aydınların da bağlarını kökünden koparmak, eski İslâmî kültür ve eserleri yok etmek için, yeni rejim, dilde ve yazıda da devrim yaptı; dinde yaptığı gibi, medeniyette yaptığı gibi. Netice mi? Mâlûm.

Dilde yapılanlar için mâzeret belliydi: Türkçeyi yabancı dillerin (Arapça ve Farsça) egemenliğinden kurtarmak, halkın konuştuğu dille yazı dilinin aynı olmasını sağlamak, dilde sadeleşmeyi gerçekleştirmek. Oysa bu işe soyunanlar iddialarında hiç de samimi değildi. Eğer samimi olsaydılar, başka dillerin egemenliğinden kurtarıp sadeleştirmek istedikleri dile, batı dillerinden binlerce kelime ve deyimleri katmakta bu kadar cömertçe davranmazlardı.

Türkler Müslümanlığı kabul ettikten hemen sonra niçin yazıları ve dilleri değişmişti? Çünkü din değişikliği her şeyin değişmesi demekti; her şey değişmeye başlamış, dil de, yazı da İslâmlaşmaya başlamıştı. Eski câhilî bağların kopması için, yazının ve dilin değişmesinin şart olduğunu kabul ediyordu o günkü âlimler ve yazarlar. Hatta geçici bir süre, Müslüman Türk yazarlar, eserlerini Arapça veya Farsça yazmaya başlamışlardı ki, eski câhilî bağlar tümüyle koparılsın, eski dinle ve câhilî örflerle yeni dinin sentezi olmasın.

İslâmileşirken yapılanlar, batılılaşırken tersine yapılıyordu. Cumhuriyetten sonra, tabii ki devrimler ve devlet zorlamaları ve yönlendirmeleriyle İslâm'la bağları koparmak için Kur'an'ı, Kur'an'ın harflerini, Kur'an dili Arapçayı öğrenmeye veya öğretmeye kalkanların vay haline! 1928'lerden 1970'lere kadar en sert bir şekilde cezalandırılıyordu Kur'an yazısını ve Kur'an dilini öğreten ve öğrenenler. Ama dünyada esen rüzgâra paralel olarak önceleri Fransızca, sonraları İngilizce bilmeden kültürlü sayılmıyordu insanlar.

Eski dille yazılı, İslâm alfabesi ile te'lif edilmiş eserler, toptan imha edilmiş oldu. Bu, altmış yaşına kadar okumuş kültürlü bir insanın, kendi isteğiyle beyninde/aklında bulunan tüm birikim, ilim ve tecrübeleri imha ettirip sildirmesi, bir yaşındaki çocuğun başladığı yerden yeniden konuşmayı öğrenme çabası, yeniden eşyayı değerlendirmeye çabalamasını tercih etmek gibi bir şeydi.

Aslında bin dört yüz yıllık; Türk diliyle hiç değilse altı yüz yıllık bir mirası reddetmek, yukarıdaki örneğe benzemektedir. Milleti, bazı câhilî öğretiler, "din, dil, tarih, vatan, kültür birliğinden oluşan halk" diye tanımlar. Bu tarife göre Türkiye toprakları üzerinde din birliğinden, dil birliğinden söz etmek, kargaları bile güldüreceğine göre, nerede millet? Kürtlerin Anadolu toprakları üzerinde Kürtçe konuşmalarına müsaade etmeyen zihniyet, güya Türkçeyi tek konuşulan dil haline getirmek istiyor. Peki, sormazlar mı "Hangi Türkçe?" diye.