• DOLAR 34.944
  • EURO 36.745
  • ALTIN 2979.98
  • ...

Geçen pazartesi günü, (1924)`te “tevhidi tedrisat” kanununun çıkarılmasıyla medreselerin kapatılması yıl dönümü olması münasebetiyle bu haftaki yazımı medrese tarihçesine ayırmak istiyorum.

İslam toplumunda medrese kültürü, ta Resulüllah sallallahu aleyhi vesellemin Medine`de temelini attığı “Suffa” halkalarına dayanmaktadır. Malum olduğu üzere Mescidi nebevide yatılı olarak kalan sahabenin bekârlarından oluşan bu ders halkaları, İlk başta daha çok Kur`an ve hadis hıfzıyla sınırlıydı. Daha sonra (özellikle Tabiin devrinde) hadis toplama çalışmaları, fıkhın tedvini ve yunan felsefesinin Arapçaya tercüme edilmesiyle alan daha da genişledi. Böylece “kariler”, “muhaddisler”, “fakihler” ve “kelamcılar” şeklinde yeni dallar veya mezhepler ortaya çıktı. 

Dolayısıyla uzun bir süre her mezhep imamının kendisine has medresesi (kürsüsü) vardı. Bu dönemde birçok itikadi ve fıkhi mezhepler ortaya çıktı. Bu farklılığın veya bu zenginliğin neticesinde çok değerli hakikatler inkişaf ettiği gibi, ümmet içerisinde derin ihtilafların ve sapık fikirlerin doğmasına da sebebiyet verdi.

Ancak Abbasîler döneminde, yenilikçiliğiyle bilinen baş vezir “Nizamülmülk”, bu dağınıklığı görünce devlet idaresinde birçok düzenlemeyle birlikte medreselere de yeni bir düzenleme getirerek “nizamiye” medreselerini kurdu. Artık medreselerde fıkıh, tefsir, hadis akait, tarih ve astronomi gibi asli ilimler okutulduğu gibi sarf, nahiv, mantık, belagat, aruz ve usul gibi alet ilimleri de okutulacak şekilde bir müfredat oluşturdu.

Osmanlı döneminde ise, aynen uygulanan bu müfredatın yanı sıra her ders konusu için de belli birer kitap belirlenerek “sıra kitapları” diye bir kavram da ortaya çıktı. Öyle ki, bu sıralamayı bozmak imkânsız gibiydi. Özellikle Kürdistan medreselerinde bu sıra kitapları nerdeyse kutsal bilinirdi. Belki faydası görülen bu sistemin bozulmaması açısından iyi bir şeydi; ama medresenin donuklaşmasına, yeni gelişen çağın, gereklerine ayak uyduramayıp geri kalmasına neden olduğu da bir gerçektir.

İşte batıdaki ilmî ve felsefî gelişmeler karşısında, Osmanlının son dönemindeki eğitim sisteminin, daha doğrusu medresenin (üniversitenin) durumu, bu katılığın bu donukluğun bir neticesiydi.

Gelişmeleri takip edememiş, kendisini yenileyememiş, gelişmemiş bir bilgi yığını vardı. Asırlar öncesinin malumatları tekrar ediliyordu. Dört-beş asır boyunca geçmişin birikimleriyle idare edilmiş, şerh ve bir takım açıklamalardan öteye gidilememişti.

Elbette kendisini yenileyememiş, gelişmelere paralel bir eğitim seyri takip edememiş medrese, tekke ve zaviye; “fen, felsefe ve ilmin” sacayaklarına oturmuş bir şekilde Deccalizmin saldırılarına cevap veremezdi. Kur`an etrafındaki surlar Osmanlı devletinin çöküş sürecine girmesiyle, medreselerden fen ilimlerinin kaldırılmasıyla, tekke ve zaviyelerin de kendilerini yenileyememiş olmasıyla yıkılmaya yüz tutmuştu. Askerî sahadaki gerileme, ilmiye sahasında da görülmeye başlanmış, eğitim müessesesi skolâstikleşmiş; fen ve felsefeden gelen hücumlar durdurulamamıştı.

Fatih Sultan Mehmet devrinde, Sahn-ı Seman medreselerinde (üniversitelerinde), din ilimleri ile fen ilimleri yan yana okutuluyordu. Ebusüud efendinin, “Medreselerde tabii ilimleri okutmaya gerek yoktur” mealindeki fetvasıyla; fen ilimleri (sosyal ilimler) kaldırıldı. Artık, salâbet değil; taassup hüküm sürmeye başladı. Oysa İslâmiyet “taassubu” değil, “salâbeti”, hakkı, gerçeği, akıl ve burhanlarla bulduktan sonra ona sımsıkı sarılmayı gerektiriyordu. İşte bu şekilde Medrese, teke ve zaviye bundan mahrum kalmıştı.

20. Asrın başlarında, II. Abdülhamit tarafından İslâm ülkelerinin durumunu tespit etmek üzere vazifelendirilenlerden birisi olan Abdürreşid İbrahim, medreselerinde yetiştirdiği ilim adamlarıyla meşhur olan Buhara`daki eğitim sistemi hakkında şunları söylemektedir:

“Buradaki öğretim usulü berbat. Bir kitabın mukaddimesini beş senede okurlar. Yirmi-otuz sene bir medrese odasında oturur; bütün ömrünü alat ve lisan tahsilinde geçirir; sonunda muarızlara karşı iki kelimeyi konuşamadığı gibi, bir satır da Arapça ibare yazamaz. Tahsil, çok acınacak bir haldedir.” (İslâm Dünyası ve Japonya`da İslâmiyet, c. 1, s. 46.)

İşte bu dağınıklığı, bu geri kalmışlığı fırsat gören İttihad ve Terakkiciler, medrese düşmanlıklarını ikide bir dile getiriyorlardı. İşte bu zihniyetten gelen cumhuriyet kadroları, başta Mustafa Kemal ve arkadaşları, tekke, zaviye, türbe ve medreseleri kökten kapatma yoluna gittiler. Dahası (1928) da harf inkılabını yaparak Müslüman bir toplumu ana kültüründen, öz değerlerinden kopardılar. Bir gecede âlimi cahil, cahili âlim yerine koydular. Ama muvaffak oldular mı? Bunu haftaya devam edeceğiz İnşaallah`u Tealâ.