AHDİNE VEFA EDEN ALLAH'IN ERLERİ:
"Mü'minler arasından öyle erler vardır ki, Allah'a verdikleri sözde dururlar. Kimileri ahdini yerine getirip o yolda canını verdi; kimileri de (sırasını) beklemektedir. Onlar hiçbir zaman sözlerini değiştirmediler." (Ahzab: 23)
Bu ayetin nüzul sebebiyle alakalı İmam Ahmed, Sabit'ten (ra) şunları aktarır: Amcam Enes Bin Nadr Peygamberimiz sallellahu aleyhi vesellemin yanında Bedir Savaşına katılmamıştı. Bu durum onun zoruna gidiyordu. "Eğer Allah bundan sonra bana Hz. peygamberle birlikte bir savaşa katılmayı nasip ederse neler yapacağımı görecektir" diyordu...
Nihayet Uhud günü savaşın tam kızıştığı bir sırada Sad b. Muaz'a: "Ey Ebu Amr, cennetin kokusu ne hoş. Uhud'un ötesinden bu kokuyu duyuyorum" dedi ve öldürülene kadar müşriklerle savaştı. Savaştan sonra cesedinde seksen küsur ok, kılıç ve mızrak yarası tespit edilmişti. Kız kardeşi, parmaklarından ancak onu tanımıştı. Bunun üzerine yukarıdaki ayeti kerime nazil oldu.
Âlimler ayetin nüzul sebebi her ne kadar cihad konusu ise de fedakârlık gerektiren her alan için de aynen geçerlidir. Dava yolunda ne zaman müminler karşısına kritik bir durum ortaya çıkarsa işte o zaman müminler arasından bu fedakâr yiğitler hemen boy verir ortaya çıkarlar. Bunlara aynı zamanda zor günün adamı denilir.
Müminler arasından bu tiplerin aydınlık portrelerini her zaman ve her dönemde hayatın gerçekleri arasında görmek mümkündür. Gerek cihad meydanlarında, gerek davet, tebliğ ve irşad alanında, gerek İslami ilimleri tedris, tebliğ ve yayma konularında ve gerekse mali fedakârlıklar konusunda olsun bu hüküm hep aynen geçerlidir.
İşte bu örneğine az rastlanır şahsiyetlerden biri de Seyda Molla "Mustafa Durgun" idi. Seyda şartlar ne olursa olsun, ortam ne kadar gergin ve korkulu olursa olsun hak bildiği sözünü söylemekten asla çekinmezdi. Dava arkadaşlarını dahi Ebu Zer misali yüzüne karşı uyarıp eleştirmekten sakınmazdı. Ama davasına hiçbir zaman toz kondurmaz, eleştirenlere tahammül etmezdi.
Seyda davası uğrunda işinden oldu, uzun süre aileden uzak kalarak muhaceret yaşadı, işkence gördü, yıllarca zindanlarda kaldı; ama hiçbir zaman tağuta boyun eğmedi, taviz vermedi. Gerek zindanda ve gerek çıktıktan sonra da hep medreselerde ders vererek ilim talebelerini yetiştirmeye çalıştı. Bunun için kimi zaman evine bile gitmeyip talebeler arasında kalmayı tercih ederdi.
Bunun nedenini sorduğumuzda ise; "bunlar henüz günahsız masum çocuklar, günahkâr ve riyakâr insanlardan iğreniyorum, onlar arasında yontulup gideceğime bu çocuklarla kalmayı tercih ediyorum" diyordu. Hem ilim tahsil edilen yerde sürekli Allah'ın rahmeti inmekte, melekler onlara kanat germektedir. Öyle bir yerden daha güzel neresi vardır? Derdi.
Seydanın tedris halkalarından geçen öğrenciler, nereye gitseler onu unutmazlar. O öğrencilerini sever, öğrencileri de onu severlerdi. Bazen İttihad'ın genel merkezine geldiği zaman namazdan sonra onun tedrisinden geçen öğrenciler hemen etrafında halka olurlardı. Onlarla biraz sohbet etmeden, durumlarını sormadan yemeğe götüremezdik.
Nihayet şeker Seyda'mızı iki hafta önce kaybettik. Bu onun bana latifesiydi. İkimiz de şeker hastası olduğumuz için, o bana; ben de Ona “şeker seydam" deyip iltifat ederdik. Vefatından bir hafta önce ziyaretine gittiğimde bana: "seni çok seviyorum, ama bir huyunu beğenmiyorum" dedi. O huyum nedir söyle de düzelteyim" dedim. "sen hiç kızmıyorsun ki, insan seninle biraz kavga etsin" dedi. Bunlar hiçbir zaman unutulmayan latifeleri idi. Allah rahmet etsin, kabrini nurla doldursun.