Dua ruhun gıdası ve ilacıdır
Dua; keyfiyetine, şiddetine ve kalp yanıklığına bağlı olarak ruh ve bedenimizi etkiler. Dua eden çehrelerde önceleri var olan vurdumduymazlık, eksiklik, kıskançlık ve kötülük duyguları; yerlerini iyiliğe, başkalarına yardım etmeye, hayırlarını istemeye bırakır. Dua ortamında insan, kendini olduğu gibi görür. Hırsını, hatalarını, yanlış düşüncelerini, kibir ve gururunu belirleyerek ahlaki görevlerini yerine getirmeye hazır bir duruma ulaşır.
Gerek ihtiyaçlar ve hatalar sebebiyle ve gerek nail olduğu nimetler sebebiyle dua ederek Allah'ı anmak, kişide psikolojik bir rahatlama, huzur ve mutluluk meydana getirir. Bu hal, aynı zamanda nefsi arınmaya ve ahlaki yücelmeye de vesile olduğu gibi gelişim safhalarındaki takılma ve sapmaların önlenmesinde ve şahsiyetin tamamlanmasında da yapıcı rol oynar.
Duanın en güzel faydalarından biri de Allah'a imanın kalplerde kökleşmesini sağlamaktır. Zira dua, bir yükseliştir. Her dua ruhtan bir filizin yeşermesi, boy sürmesidir. Dua, fani maddeden mana sonsuzluğuna doğru bir sıçrayıştır. Dua, hesaplaşma ile birlikte ruhun nur denizlerinde yıkanmasıdır; temizlenmesi ve güçlenmesidir. Dua, bir yeniden doğuştur. Dua, sessiz inilti, gürültüsüz feryattır. Dua, en derin manalı sessizliktir.
İnsanın ilah edindiği varlıkta aradığı vasıflardan biri de münacat yoluyla halini ona arz etme arzusudur. İnsanın, en mahrem bir şekilde kendisini açacağı varlık, şüphesiz Allah'tır. Hiç kimseye söyleyemediği en mahrem hallerini O'na açar. Ancak gaye, sadece derdini açmaktan ibaret olarak tek taraflı bir konuşma sürdürmek değil; karşıdakinden cevaplar, feyizler de alabilmektir.
Böylece fıtrat, bu fâni dünyada boyasının özlemini gideren, ebedilik karışık bir sohbete nail olmaktadır. Allah, O'dur ki, insanın diliyle yaptığı duaları işitir. Diliyle yapmasa bile, haliyle ifade ettiğini bilir. Hatta kalbinin en derin köşelerinde yatan arzularına dahi muttali olur ve bütün bunların gereğini de yerine getirir.
Allah, kulunun dua etmesini ister; bunu yaptığı sürece değer kazanacağını, yapmadığı takdirde ise değer kaybına uğrayacağını ve bir işe yaramayacağını bildirir. Gaflete dalıp kendisini unutmuş, dünyanın çekiciliğine aldanarak ahireti, ibadeti, taatı bırakmış olanların hidayete ermeleri için, "tevbe edip yalvarsınlar diye" bela ve musibetler gönderir.
Allah, kullarını duaya davet ediyor: "Beni çağırın, Bana dua ederek Benden isteyin ki, duanıza icabet edeyim." (Mü'min: 60)
İnsanlar Allah'ın çaresiz kalanlara icabet ettiğini bildikleri için, mecbur kalınca O'na yalvarırlar. Öyle anlarda insan; sığınağının, koruyucusunun yalnız Allah olduğunu, muhakemesiz olarak şimşek hızıyla çakan bir sezgiyle fark eder, âdeta bir refleksle O'na yalvarır. Etkisinde kaldığı şokun ani tesiriyle bir bellek kaybına uğramış gibi Allah'a ortak koştuğu bütün mabutları unutuverir.
Fakat ne yazık ki, unutkan ve nankör olan insan, felâketi atlatınca "daha önce sızlayan, yakaran kendisi değilmiş gibi eski haline döner. Ancak, Allah'a verdikleri ahde sadık kalan mü'minler değişmezler. Kur'an'ın birçok ayeti, bu özelliklerini tasvir ediyor:
"Bir fırtına çıkıp onları her taraftan dalgaların sardığı, çepeçevre kuşatıldıklarını sandıkları anda ise, Allah'ın dinine sarılarak, 'Bizi bu tehlikeden kurtarırsan, and olsun ki, şükredenlerden oluruz" diye yürekten O'na yalvarırlar. Allah onları kurtarınca hemen yeryüzünde haksız yere taşkınlık yapmaya başlarlar. Ey insanlar! Dünya hayatı boyunca yaptığınız taşkınlık, sadece kendi aleyhinizedir. Sonra dönüşünüz bizedir. Yaptıklarınızı size gösteririz." (Yunus, 22-23)
Batıl ilahlar, tapanların kendilerinden beklediği en önemli özelliklerden olan icabetten de mahrumdurlar. "Kendisine kıyamet gününe kadar icabet etmeyecek, Allah'tan başka şeylere yalvarandan daha sapık kim olabilir? Çünkü yalvardıkları şeyler, yalvarışlarından habersizdirler." (Ahkaf, 5)