KADİM KÜLTÜRÜMÜZ MEDRESE GELENEĞİ
İslam toplumunda medrese kültürü, ta Resulüllah sallellahu aleyhi vesellemin Medine'de temelini attığı "Suffa" halkalarına dayanır. Mescidi nebevide yatılı olarak kalan ve çoğu muhacir sahabilerden oluşan bu ders halkaları, sahabe devrinde daha çok Kur'an ayetlerini hıfzetme ve Resulüllah sallellahu aleyhi vesellemin hadislerini hıfzetmekle sınırlıydı. Kur'an-ı kerim'in toplanıp Mushaf haline getirme ve nüshalarını artırma da sahabe devrinde gerçekleşti.
Tabiin devrinde ise hadis toplama ve derleme çalışmaları başladı. Daha sonra fıkhın tedvini ve Yunan Felsefesinin Arapçaya tercüme edilmesiyle alan daha da genişledi. Böylece Müslümanlar arasında "kariler", "muhaddisler", "fakihler" ve "kelamcılar" şeklinde yeni dallar veya mezhepler ve imamlar ortaya çıktı.
Uzun bir süre her mezhep imamının kendisine has medresesi (kürsüsü) vardı. Bu dönemde birçok İttikadi ve fıkhi mezhepler ortaya çıktı. Bu farklılığın veya bu zenginliğin neticesinde çok değerli hakikatler inkişaf ettiği gibi, ümmet içerisinde -özellikle kelamcılar arasında- derin ihtilafların ve sapık fikirlerin doğmasına da sebebiyet verdi.
Ancak Abbasiler döneminde, yenilikçiliğiyle bilinen Selçuklu Sultanlığının baş vezir "Nizamülmülk", devlet idaresinde birçok düzenlemeyle birlikte medreselere de yeni bir düzenleme getirdi. Artık medreselerde fıkıh, tefsir, hadis Akaid ve tarih gibi asli ilimler okutulduğu gibi sarf, nahiv, mantık, belagat, aruz ve usul gibi alet ilimlerinin yanı sıra astronomi gibi fenni ilimler de okutulacak şekilde bir müfredat oluşturuldu.
Osmanlı döneminde ise, bu müfredatın bazı ekleme ve çıkarmalarıyla birlikte medrese devletin resmi eğitim sistemi olarak devam etti. Ancak son zamanlarda batıda gelişen yeni ilmi ve fenni gelişmeler karşısında medrese kendini yenileyemedi. Oysa Fatih Sultan Mehmet devrinde, Sahn-ı Seman medreselerinde (üniversitelerinde), dini ilimler ile fen ilimler yan yana okutuluyordu.
Ne var ki bunun için yeni alanlar, dallar, branşlar açılması gerekirken, ogünkü şeyhülislam Ebusuud efendi'nin, "Medreselerde tabii ilimleri okutmaya gerek yoktur" şeklindeki fetvası ile fen ilimleri medrese müfredatından çıkarılınca, medrese çağın gerisine itildi.
Neticede medrese ile yeni açılan kolejler arasında zıtlaşma ve ayrışma başladı. Artık salabet değil; taassup hüküm sürüyordu. Oysa İslamiyet "taassubu" değil, "salâbeti", hakkı, gerçeği, akıl ve burhanla bulduktan sonra ona sımsıkı sarılmayı gerektiriyordu.
İşte Osmanlının son dönemlerdeki eğitim sisteminin gerilemesi, bu çarpıklığın bu donukluğun bir neticesiydi. Okul ile medreseyi karşı karşıya getirmenin yanlışlığıydı. Bu ara okul yeni gelişmeleri takip ederken medrese takip edemedi, kendini yenileyemedi. Asırlar öncesinin malûmatları tekrar edip duruyodu. Dört-beş asırlık geçmişin bıraktığı şerhleri tekrarlamaktan öteye gidemiyordu.
Seçilen her ders konusu için belli birer kitap belirlenerek "sıra kitapları" diye bir kavram ortaya çıkmıştı. Öyle ki, bu sıralamayı bozmak imkânsız gibiydi. Özellikle Kürdistan Medreselerinde bu sıra kitapları nerdeyse kutsal bilinirdi. Belki faydası görülen bu sistemin bozulmaması açısından iyi bir şeydi; ama medresenin donuk kalmasına, yeni gelişen çağın, gereklerine ayak uyduramayıp geri kalmasına neden olduğu da bir gerçektir.
İşte bu dağınıklığı, bu geri kalmışlığı fırsat gören İttihad ve Terakkiciler, medrese düşmanlıklarını ikide bir dile getiriyor, halkı medreseden soğutmaya ve uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. Bu zihniyetten gelen cumhuriyetin ilk kadroları ise, başta Mustafa Kemal ve arkadaşları, bunu fırsat bilerek tekke, zaviye, türbe ve medreseleri kökten kapatma yoluna gittiler.
Dahası (1928) de gerçekleştirdikleri harf inkılabıyla Müslüman bir toplumu ana kültüründen kopardılar. Bir gecede âlimi cahil, cahili âlim yerine koydular. Kuşkusuz bu İslam kültürünü tamamen ortadan kaldırmaya yönelik düşmanca bir girişim ve bu millete yapılan en büyük bir ihanetti. Ama muvaffak oldular mı? Bunu haftaya devam edeceğiz İnşaallah'u Teâlâ.