Bu insanları ne zaman anlayacaksınız?
Ermiş bir zatın oğlu medrese tahsilini bitirip artık iyi bir âlim olduğunu sanıp babasının yanına dönmüş, ama babası bir türlü onu dergâhtaki işlere sokmamış, bir gün olsun ona vaaz ettirmemiş. O da hep bunun merakı içinde kalmış ve derken günün birinde efendi hazretleri ani bir hastalığa tutulur ve çağırıp ferman buyurur: oğlum! “Benim ciddi bir rahatsızlığım var, yarın dergâha gelmeyebilirim, müritlerimizi boş bırakma, onlara bir şeyler anlatmaya çalış.” deyip eve çekilir.
Âlim çocuk: “tamam baba, sen merak etme, ben onları boş bırakmam” der ve ikinci gün gelir minbere çıkar, hararetli hararetli konuşur, ayet okur, hadis okur, fesahat belagat döker. Ama kimsede bir kımıldama olmaz. Bir de alttan cemaate bir göz atınca ne görsün! Kimisi uyukluyor, kimisi yan devrilmiş, kimisi de uzanmış halde cemaatte bir tuhaflık var, “halla-halla! Ben mi anlatamıyorum; yoksa onlar mı anlamıyorlar” diye bir türlü işin hikmetini anlayamaz.
Akşam eve dönünce de baba: “oğlum, nasıl geçti gününüz? İnşallah bir şeyler anlatabildin müritlere” diye sorunca, oğlan, şahit olduğu manzarayı anlatır. Baba: “evladım! Bağırıp çağırmakla insanlar etkilenmez, ağlamazlar. Yarın inşallah baban gelir, bir bak baban nasıl onları ağlatır.”
Ve derken ertesi günü baba oğul beraber çıka gelirler. Henüz dergâha varmadan efendi hazretlerinin gelişini gören müritlerin: Allah… diye birden sesleri yükselir. İçeri girdiklerinde ise kendinden geçercesine cezbeye tutulurlar. Tabii ki, oğlan bir türlü bu hareketlere anlam veremiyor. Nihayet yaşlı baba, minbere çıkar ve acıklı acıklı hastalığını anlatmaya başlar:
“Değerli cemaat, bir günlüğüne sizlerden ayrı kaldığım için hakkınızı helal etmenizi diliyorum. O gün ani bir üşüme beni tuttu, tir tir titredim ve dayanamayıp bir an evvel kendimi eve atmak istedim. Eve vardığımda hanıma: “çabuk bana yorgan ört ve varsa bana bir çorba kaynat dedim. Hanımcağız baktı ki, tek bir kâselik çorbamız var, hemen onu kaynattı ve bir tabağa koyup getirmeye çalıştı. Nefsim de öyle bir istiyor, öyle istiyor, nerdeyse uçup o tabağın içine girecek. Nefistir işte… Fırsatını bulunca öyle galebe edecek insana. O anda tüm aklım hayalim ondayken ve hanım da onu alıp bana doğru getirirken birden ayağı kilime takıldı ve elindeki çorba da yerlere döküldü…
"Elhamdülillah ki, onu yiyemedim; nefsin fırsatını yakalayıp bana hâkim olmak üzereyken Allah`ın yardımı yetişti ve o çorbadan bana yedirmedi.” Olayı acıklı acıklı anlatan efendinin yüzüne biraz da hüzün bürüyünce cmaat kendinden geçer ve her kes hüngür hüngür ağlamaya başlar.
Akşam eve döndüklerinde kafası iyice karışmış oğlanın ilk sorusu: “baba, ya neydi o bu gün? Senin, sadece annemin çorba hikâyesini anlatmanla müritler kendinden geçtiler…” der. Baba: “Oğlum! Bu bir sanattır; insanların duygularıyla oynayabilmenin sanatıdır. Onu bilmezsen insanlara ayet de hadis de anlatsan etkileyemezsin; ama duygularına dokunduğun zaman hikâye de anlatsan cezbeye getirir, lerze düşürürsün. Bunun iki sırrı vardır: biri; insanlara kendini kabul ettirmendir. Yani ne konuşursan onun Allah için söylediğine ve onların iyiliğine söylediğine inanmaları lazım. İkincisi: sözünle amelin arasında bir tezat, bir çelişki bulunmamalıdır.”
Bu hikâyeyi niçin anlattığıma gelince; bazıları: “yahu bu Mustazaflar ne yapıyorlar da bu kadar insanları meydanlara dökebiliyorlar. Biz camilerde yumuşak halılar üstünde lüks salonlarda ve koltuklar üzerinde bu insanları bir saatliğine tutamazken bunlar ne yapıyorlar da saatlerce meydanlarda insanları ayakta bekletebiliyorlar. Hatta programları bittiği halde kimi insanlar hala etkinlik yerini terk etmek istemiyorlar. İşte bunu bir türlü anlayamıyoruz” diyorlar.
Evet, onlar bunu anlayamazlar. Yukarıda anlatmaya çalıştığım hikâyedeki mantığı kavrayamadıkları için bunu anlayamazlar. Çünkü onlar bu halkın duygularıyla değil, kendi duygularıyla halka biçtiği kaftanı zorla giydirmeye çalışıyorlar. Sözde Hz. Muhammed`in doğumunu kutluyorlar, insanlara istiklal marşını okutuyor, saygı duruşu yaptırıyorlar. Bu ne tezat! Bu ne çelişki! Bu peygamber, ne zaman putlara saygılı oldu ki, siz onun ümmetini putlara saygıya kaldırıyorsunuz?
Hz. peygamberin mevlidinde başkasına saygıya durmak, her şeyden önce bu peygambere saygısızlıktır, hakarettir ve terküledeptir. Kusura bakmayın, bu insanlar askeri karargâhta yaşamıyorlar. Sincan`da tank yürütenler dahi, Sincan Cezaevine girdiler de siz hala o enkazın altında marş marş etmeye devam ediyorsunuz. Acaba siz ne zaman o zillet gömleğini çıkaracak ve ne zaman bu insanları anlayacaksınız?
Peygamber sevdalılarına selam ve dua ile