Kim verecek hesabı
Hangi acı bu kadar derin olabilir ki…
Hangi “değer” bu kadar vahşet üretebilir ki…
Batsın toprağınız, batsın sınırlarınız, batsın mezhepleriniz, batsın gruplarınız, batsın devletleriniz, batsın milli çıkarlarınız, batsın insanlığınız; batsın tüm aidiyetleriniz ki hepsi batmıştır.
Hangi iktidar bu kadar insanın ölümünden daha önemli olabilir. Hangi mezhepsel üstünlük bunca namusun çiğnenmesinden daha değerli olabilir. Hangi kutsal din ya da inanç bu kadar çocuğun ölümünü gerekli veya anlamlı kılabilir. Ben çocuktan daha üstün bir kutsal tanımıyorum ki; “kutsal” da zaten bunu emretmiyor mu?
Yok….yok….yok… Hiç bulamadım. Hiç rastlayamadım. Ben de insanım. Ben de akıl sahibiyim. Allah bana da hitap ediyor. Kelam`ına kaçtır bakıyorum. Kaçtır bu cinneti, bu vahşeti izah edecek bir işaret arıyorum. Bulamadım çocuktan daha değerli bir ayet. Bulamadım insandan daha üstün bir ibadet. Bulamadım kardeşlikten daha makul bir mezhep. Yok arkadaş yok!
Kim nerde buldu bu kadar “ölüm”ü Kelam`da. Bu asla İslam değil. Bu savaş asla İslam`ın değil. Bunlar olsa olsa iktidar sahipleri, ticaret baronları adına ölen mazlum, zavallı vekâlet savaşçılarıdır.
Hepiniz delikanlısını ölüme yolculayan Halepli kadını izlemişsinizdir. Ben de evde çoluk çocuğumla otururken izledim. Aman Allah`ım! Eğer Mushaf`ta “taşınmayacak yük yüklenmez”i bilmeseydim belki de isyan ederdim. Bir anne sedyede kan revan içinde ölmek üzere olan ve ağrılarla inleyen gonca gülüne şehadet getirmesini, hiç değilse işaret parmağıyla bunu yapmasını telkin ediyor ve eline aldığı kan revan içindeki ellerini öpüp öpüp yüzüne sürüyordu. Başka yaralıların da bağrışmaları ve keşmekeş vardı çevrede. Herkes ancak kendi derdiyle ilgileniyordu. Çaresizliğin dayattığı bir metanet vardı yüzünde. Çaresizce ölümünü izlemek çocuğunun... Yüz binlerce sahneden sadece biri… Hem de bir anne… Ya Rabbim bu nasıl acı, nasıl imtihan. Tarihin bütün acıları bir deme mi sıkıştırılmıştı. Bütün imtihanlar bir lahzanın payına mı düşmüştü. Zaman muzdarip değil midir bu paydan? Nasıl kaldırılır ki bu ağırlık… Avuçlarımızdaki can çekişen delikanlılarımız… Birazdan ölecek olan… Belki de bir hiç uğruna.
Kim verecek bunun hesabını. Kimden sormalı bunun hesabını. Kime şehit diyelim. Kim niye şehit ki… Zalim kim? Kim ne kadar haklı? ABD ve İsrail`in güvenliği için “Esed gitmeli” diyerek denizlerimize benzin döküp tutuşturanlar mı, yoksa “Esed kalsın” diye denizlerimizi kurutanlar mı? Kim? Kim? Allah aşkına bu günün hangi kazanımı Kaddafi`nin, Saddam`ın veya Esed`in iktidarlarından daha ehvendir. Libya`da, Irak`ta, Yemen`de ölen milyonlarca gencimizden daha değerli ne olabilir ki! Hele ki ümmetin fitne kazanı Suriye`de Şam Emevi camisini Cuma namazı için adres gösterenler hangi “derin strateji” ile bunu yaptılar. Kim verdi bu aklı. Türk Bakanlar Kurulu Suriye`de toplanma hazırlıkları içindeyken ne oldu da bir anda savaş tamtamları kulaklarımızın zarını patlatırcasına çaldı.
İslam coğrafyasının akan kanında payı olan her kim varsa; batsın stratejileriniz, batsın milli menfaatleriniz, batsın konseptleriniz, batsın ittifaklarınız, batsın Batı`nız ki ölmüşken Doğu`nuz.
Diyorlar ki evinde oturmuş seyrediyorsun. Ya ne yapmalıyım? Aynı acıları aynı ölümleri coğrafyamıza da mı taşıyayım. Ya da gidip orda kardeş kavgasında bir odun mu olayım. Benim de çocuğum avuçlarımda niye ölsün.
Elimden söylemek ve yazmak dışında bir şey mi geliyor. Elinde imkân olanlar, oy verdiklerim, devleti yönetenler; yapacaksa onlar bir şey yapmalı.
Aksi halde ben her akşam TV kanallarında hoyratça yayınlanan ölümleri çocuklarım içinde ağlayarak izleyip onlarda da başkaca travmalara sebep olmaktan başka bir şey yapmamış olurum. Bu savaşın haklısı yoktur. Ancak haksızları vardır.
Gidip o yangına odun taşımak değildir bu meselede yüreği yanmak. Varsa, ağzımızla bu ateşe su taşıyacak bir karınca olmak lazım.