• DOLAR 32.874
  • EURO 35.182
  • ALTIN 2450.326
  • ...

Bugün hazanın hüznünden haz hamletmiş bir hüzme hayal etmiştim. Karşıma hazana hüzün hasretmiş harap bir “süzme” çıktı.

                Seni en haylaz zamanlarımda tanıdım. Sana dair şiirleri en delikanlı vakitlerde okudum. Ateşten korkmadığım zamanlarımdı sararak ruhumu tehdit ettiğin. En cesur zamanlarımdı hatırlarım. Estirdiğin fırtınalar gür ve gümrah saçlarımı dalgalandırmaktan başka işe yaramıyordu. Çıkardığın gürültü göğsümde beslediğim serçeyi bile ürkütmüyordu.

                Adın dört mevsimden biriydi sadece. Aylarını da hiç doğru sayamadım. Öğretmenim çok kızardı. Nerde başlar nerde biterdin neyi başlatır neyi bitirirdin hiç ilgilenmezdim. Dağlara kafa tutuyorken, “eskilerin evhamı” der geçerdim.

                Ömürden ömür alıyormuşsun. Ürkütücü ve hüzünlü masallarınla büyüttüler beni. Bitişin resmi, ölümün rengi, vedanın son busesiymişsin.

Yıllarca meydan okudum sana bilirsin. Döktüklerini toplar, kırıklarını onarır, yıktıklarını örerdim yeniden. Ama sabrına hayranım inan. Her yıl ama her yıl gelip gelip kıyılarıma çarpmaktan usanmadın. Her seferinde şakaklarıma bir ak, alnıma bir kırış düşürdün. Çoğaldıkça çoğaldın bende. Dışımla yetinmeyip içime de sirayet ettin. Yüreğime, beynime, gözüme, kulağıma sızdın. Büyük günde bin şahitlik edercesine sindin bana.

Harap ettin gayrı beni. Yüreğim zayıfladı, aklım uslandı, bileğim inceldi, cesaretim törpülendi.

Kendimi avuttuğum bendeki ilk kalışını hatırlıyorum. Oysa şimdi… Belki de son gelişlerinin zamanı… Ey hazan! sen dünyaya abanırken bizim öykümüzden bir sayfa daha sararıp dönmemek üzere kapanıyor. Sen esip gürledikçe bizim dallarımız kırılıyor; setlerimiz çatırdıyor, çitlerimiz gedik veriyor. Seni kaç mağdur yazdı bilmiyorum; kaç mağrur kelimelere hasretti seni bilmiyorum. Ben mağrurken de mağdurken de yazıyorum seni bir alın yazısı mucibince. Zira alın çatıma yapıştın kırış kırış; “alın yazım” edasıyla.

Şakaklarıma vura vura uslu ettin beni. Bir at terbiyecisi kadar zeki, çevik ve sabırlıydın.

Ey hazan! Hüzünlenecek bir haz bile kalmadı damağımda. Hüznünden bir haz üretecek tadım kalmadı. Son birkaç buluşmamız kaldı belki. Üstelik beni hiçe sayıp geçiyorsun. Bir mevsimlik bile bende kalmıyorsun artık. Ağartacak yeni şakaklar, eskitecek yeni yüzler arıyorsun. Ürkütecek yeni yürekler peşindesin.

Ah ah! Bi dinletebilseydim hikayemizi onlara. Bi dinleyebilselerdi şakakları ve gözleri kara delikanlılar. Yazılmış en eski şiirini dinledim bugün en taze avından. Harflerinin hünerinden de kelimelerinin kerametinden de gafil okuyordu. Sesinin tınısına, gırtlağının gürlüğüne yaslanmıştı. O, şiire sinmiş sinsi sükunetini bir ben görüyordum. Bağırdıysam da paslanmış sesimle kimseye duyuramadım işte.

Beni, Nekir ve Münker’e teslim etmek için gün sayıyormuşsun. Ama ahdim olsun ey hazan! Sana galebe çalacağım. Atalarımdan kalma eski bir kitap buldum kilidi paslanmış eski bir sandıkta. Eskimemiş eski sözler içeriyordu; eski hünerler… Sana dair haberler vardı. Bir yitişin hikayesi değilmişsin, sonsuzluğun muştusuymuşsun aslında. Tebdili mekânda giyilecek eski püskü bir kostümmüşsün anca. Bir acuzeye bürünmüş ölümsüzlük iksiri belki de…

Ah hazan ah!