• DOLAR 34.547
  • EURO 36.015
  • ALTIN 3005.461
  • ...

Sana isyan edeceğim artık ey nisyanım. Unutmayacağım artık. Gülüyorken de ağlıyorken de; açken de tokken de…

Yaralarımı, acılarımı, kayıplarımı; hatta sevdalarımı… Naz yapıp nadiren uğrayan sevinçlerimi bile… Unutmayacağım. Her ne kadar büyük çoğunluğunu miras aldıysam da yaşadıklarım, edindiklerim tarihi mirası kıskandıracak kadar çoktur hani. Bazen tüm tarihi bir ömre sığdırdık diyorum. 

Başka nesiller de böyle düşündü mü merak ediyorum. Mesela 1900’ün başında coğrafyamda delikanlı olanlar 40-50’sine gelince bir tarihi bir sinede toplamışlar mıydı? Mesela Cengiz’in istilasına duçar nesiller de tarihin tüm yükünü sırtlarında mı hissederlerdi? Ya da haçlı istilalarında… Ya Resul’ün yarenleri? Tüm vahyin o mukaddes ağırlığı altında bir ömre tüm nebileri mi sığdırdılar?

Hani acının iki mağduru olur; yaşayıp yitirilenler, ölmeyip her gün ölenler. Maktulün acısı bir lahzanın yarısı, katilin karası tarihin çirkin aynası, müşahidin yarası tarihe teşmil paryası… Bir ömür boyunca özenirsiniz acısı bir lahza olanlara.

Yolda gördüklerimizi unutalım elbet. Yol boyu uğrayan küçük hazlar ve hüzünler orda kalmalı. Ama vardığımız harap şehirler, yükselen dumanlar, ürküten sessizlik, sessizliği bozan otomatik makinalar ve eşlik eden ağıtlar… İşte bu şehrin nisyanı isyana kabildir elbet.

Sonra çıkıp vardığımız diğeri, diğeri… Meydana dağılmış dinginlik, camiden sızan taş kokulu tarih ve anın izini kalıcı kılan ezan… Karşıda işlevini tamamlamış taş hamam, bitiminde başlayan, cazibesi tarihe tahakküm eden renk cümbüşü çarşı; karınca sıklığında, koyun sığlığında. Tarihe çeper; kalbime, aklıma ve mezarlarıma hisar olmuş kale… Unutursam köz olsun yüreğim, kurusun ellerim. İsyanım var nisyana işte.

Yılanın kuyruğunun incindiği yerdedir acımız;  zehir dolu ‘başını’ ezmeli.

Yoldaki dağı, yamacı geçmeli… Sensörlü musluğunu, gökdelenlerini, ‘dokunmatik çarkını’  anlatma bana be bedevi! Hacer’i, İbrahim’i, Muhammed’i anlat. Yananları, yakanları suya hasret yarenleri. Bir diğerine geçemediklerini anlat. Sınır varmış. Sinir harbi işte. Sınır koymuşlar. Sınırladıkça sınırlanıyorlar. Nisyanımın isyanı olsa gerek.

Beraber akıp karışmayan sudan da daha muhkemdir yekpareliğimiz. Bir gayrılık ilişmez gözünüze. Ancak bir kaleyi bin burca ayırdılar. Gözcüler içeriyi kolluyor artık. Oklar burçtan burca uçuşmakta. 

Bir adım ötesidir yabancılaştığımız. Ele inandık bir avuçta el olduk. Sağ el sol ele el oldu. Eller birbirinden ayrılınca avucumuzdan buğday düştü, su düştü, güneş küstü. Sınırımız sınırsızlıktı oysa. Öyle buyurmuştu Mevla. Yeryüzüne yaymıştı ruhundan bir parçayı. Arayadursun insan yaradılış parçacığını. Saklamışım ben onu en varılmaz mahzenlerde. Vermem!

Yeryüzü bir tepsi iken küre yaptık; yuvarladık. Düşmem artık. Başladığım noktaya her varışım yeni bir başlangıçtır. Sınırsız dolanabilirim.

Bir adım daha atsam o yanım; bu tarafa çeksem bu yanım… Yasamız bir, tasamız birdi ancak sınırımıza mahpus başka bir tasa; nisyanımıza bedel başka bir yasa… Hani ya tek İsa, tek Musa, tek asa… Son nebi Muhammed Mustafa’dan son yasa.

Kalesi yerinde ama aurası düşmüş şehrin. Hisarı aynı ama hasarı sınırlar ötesi.  Bizden ama bizden gayrı. Benim ama sınırın o yanı.

Unutmamın bedeli işte!