Etkilendiğim Bir Filmden Filikalar
Bazen hayat çok ağırlaşıyor. Ya da zaten zor ama zorluğunu iliklerinize kadar hissettiğiniz anlar oluyor. Tıkanıp kalıveriyorsunuz. Karmaşık ilişkiler, çetrefilli hiyerarşi, ikircikli gülücükler, itici bağlılıklar, yanıltıcı uzaklıklar, kahredici yakınlıklar…
Yürüyemiyorsunuz bazen işte. Ne kadar koşarsanız koşun o yana bu yana; sonuçta geminin gittiği yere gidiyorsunuz. Geminin rotasına mahkumsunuz. Ne kadar haykırırsanız haykırın sesiniz ancak fırtına besler. Ne kadar hayıflanırsanız hayıflanın kaderi kaptan belirler. İstediğiniz kadar kıvranın gemiyi tayfa yürütür. Görünür fırtınalara bile gözünüz sönük ve “silik” olmalı.
Atlasanız okyanusta boğulacaksınız belli. Bir gemi gelir de alır umudu çok zayıf. Gelip alsa bile sahili selamete yol alacağı ayrı bir terane. Önce atlayanlardan bilirsiniz; size el uzatanın korsan gemi olma ihtimali çok yüksek. Sahili selamete götürmez.
Birkaç kişiyiz dediğiniz sizden kimi kamarada ekmeğini kaymağa banmada, kimi sırtını “gidişe” dönmüş güvertede sarktığı ayaklarla etrafı hayran hayran seyran etmede. Kimi de kaptan köşkünün merdivenlerine demir atmış “çıkmayı” beklemede.
Koridorlarda, kapılar arkasında, köşe başlarında; orda burada belirli belirsiz silüetler ilişir gözünüze. Tam göremiyorsunuz. Karartının oluşup kaybolması bir oluyor. Hah işte yakaladım! dediğiniz ya çok tanıdık çıkıyor ya da donuk ve itaatkâr bir edayla tepsiyi taşıyan garson oluveriyor. Somurtkan, renk vermez, soru sormaz, sorulara “bilgim yok efendim” der ve gözden kayboluverir. Uzaktan bakınca her şeyin mecrasında yürüdüğü çok kalabalık bir ortam, hummalı bir işleyiş... Ama dikkatli gözle aralara indiğinizde öyle bir gariplik ilişir ki gözünüze korkudan ödünüz kopar. Çoklukta yok oluyorsunuz. Bir tanıdık görmek istemezsiniz. “Ya şu gelen Cemal’in de “Cemali” değilse” korkusu içinizi ürpertir. Yön değiştirirsiniz.
Daha önce gemiden atlayanlar geliyor aklınıza; boğulanlar. Aklıyla alay ettikleriniz. Ya da bir filika kapıp okyanusun dalgalarına mahkûm bir şekilde bir sahile vurulmayı bekleyenler. Akıbetlerini bilmiyorum. Boğulmuşlardır. Ya da yaratıkların olduğu bir adaya vurulmuşlardır.
Okyanusun ortasındayım. Ne çıktığım sahile yüzme mecalim var ne de varacağım sahilden haberim var.
Gemi dışında okyanusta yol almanız mümkün değil. Geminin istikameti saparsa doğru sahile varmanız hayal olur. Kaptanın iyi niyetli olması yetmez, fırtınalardan çıkması için donanımlı da olması lazım. Lostromolar birer adanmış olsa ne yazar; tayfayı tanımadıktan sonra. Tayfa bir ordu olsa ne yazar; heyecanını yitirdikten sonra.
Neyse! Bir gemi muhabbetidir aldı gitti. Yani dostlar demem o ki çok zor. Kardeşimin, arkadaşımın, yoldaşımın renginin soluklaşması, teninin “beyaz”laşması, yolumuzun hep asfalta çıkması… Bazalt taşlarla döşediğimiz ara sokaklardan, asfaltladıkları ana arterlere çekiyorlar bizi.
Biz coğrafyamızın güneş tenli esmer çocukları, hep güneş aradık, hep güneşte yandık. O nedenle hiç “beyaz” olmadık; olmamalıydık. Eve beyaz döndüğümüzde de annemiz bizi hiç tanımadı. Kapı bile açmadı.
Onca “beyaz” arasında esmerliğimiz ne de sırıtıyor artık.