Çok seslilikten sessiz çokluğa
Çokluğun sesi olmak her zaman doğru değil elbet. Çokluğa ses olmayalım ama sessizliğe çokluk ta olmamalı.
Genç zamanlarımdı; nettim. Eşya tabiatındaydı. Taş sertti, su çetin ve yumuşak… “Yollarımız” şehri kollardı. Sokaklar şehrin en görkemli meydanlarına çıkardı. “Çıkmaz sokaklarımız” da vardı. Dalgınlıkla girdin mi “çıkmaza” herhangi bir kapıdaki bir teyzenin iması bile geri döndürürdü sizi. Mahcup olurdunuz. “Çıkmaz sokak mı olur ulan!” diye “sokak felsefesi” yapıp bir çıkmazı yıkmazdınız.
Kasapların bir çarşısı, sinekli bakkalların bir hikayesi, manavın rengarenk cazibesi vardı. Büfeye gece tenha zamanlarda 3-5 aylak anca uğrardı. Hepsi bir arada markete zincir oldu şimdi. Aylaklar çoğaldı domates bozardı, et “yağlandı”. Hep bir arada çok olduk ama sessizce yok olduk galiba. Sessiz olduk.
Zindanı iki heceye sığdıran da hasretini prangada eskiten de bizim mahalledendi. Zindandan seslendiniz mi; “sola” dönen sokağın başındaki gençler anlarlardı babalarını baba katili ile aynı safta tutanlar ile de hasretlerinden pranga eskittirenlerin aynı cellat olduğunu. Bilirlerdi “dört yanlarını puşt zulası sarmış”. Bilirlerdi Fırat’ın da Sakarya’nın da aynı topraklarda aktığını ve tenhalarda, deryalarda buluştuklarını. Alırlardı selamını.
Zaman mı bulandı, zemin mi “sulandı” anlamak çok zor. Bir sessizlik patlatıyor kulakları. Çok, çok sessizlik… O kadar ki bir ses çıksa çokluğun sesi kısılır evelallah.
Gecenin en karanlık vaktinde sessizliği bir diş ağrısı çığlığı bozardı. Evlerin lambaları bir bir yanardı. Uykulu sesler sokakta senfoni olurdu. Diş ağrısına koştuğunu bilmezseniz, ellerinde çıralarla sokakta çoğalan kadınların “çayda çıra” yaptığını sanırdınız. Pencereden sarkan çocukların gülüşmesi “iyi ki Ayşe Abla’nın dişi ağrımış” dedirten cinsten olurdu.
Şimdi bırakın diş ağrısını, “içinizdeki” “dışınızdaki” onca ağrınıza bir Allah’ın kulu uyanmıyor. İniltileriniz yeri-göğü inletse apartmanda bir tek ışık yanmaz. Sessizliği bozacak bir ses, karanlığı yırtacak bir ışık arar durursunuz.
Sonra kabullenmiş bir çaresizlikle sessizliğe “çokluk” oluverirsiniz. Ya da çokluğun sesi… “Sessiz Çığlık” falan da değil bu… Halbuki iki yetimli Saliha Abla’nın utangaç ve mahcup bakışlarından daha sessiz bir çığlık olamazdı. Ocağı tütmedi mi o gün, mahallenin tüm ocaklarında kızılca kıyamet kopardı.
Sınırlar çizdik şimdi açlığa ve yoksulluğa. “Zenginlikler” yitirdik bolluğun girdabında. Duaları taşıdık ekranların camına. Avuçlarımıza gök, gözlerimize umman düşmez oldu. Çok olduk; ama çok sessiz olduk. Çıt çıkmıyor. Varsa yoksa motor sesi, robot sesi, ekran sesi… Sesimizin yüksekliği parmaklarımızın maharetine bağlı şimdi. Ne kadar çok “tık” o kadar çok ses.
Sessizliğe büründü yer ve gök. Çok sesliydik, sessiz çokluk olduk. Ayak baş oldu, “hava” loş oldu, “uyku” hoş oldu, eş-aş oldu, “çıkmaz” yol oldu. Ve ses yok oldu.