Ya olduğumuz kadar görünelim ya da göründüğümüz kadar olalım
Türkiye’de her 10 yıl kendi içinde bambaşka özel şartları taşır ve taşıdığı şartlar ile anılır ve her 10 yıl bir darbenin tahribatını yeniden inşa vaatleri ile geçer.
Yetmişlerde çocuktum. Kıbrıs çıkarmasının ağır bedelinin soframızın zeytin sayısına bile vurduğunu annemin zeytin saymaya başlamasından hatırlarım. ABD ve Batılı dostlarımız! ambargo uygulamıştı. Sonra açlıkla terbiye edilmenin getirdiği iç kargaşa ve çatışmaları da kaldırımda sakız ve çorap satarken şehrin en işlek caddesinde yüzü maskeli bir ağabeyin cadde ortasına bomba süsü verilmiş bir yağ tenekesini koyup “sağa” “sola” ateş açıp kaçmasından hatırlarım. Arkasından karşıt başka bir ağabeyin misilleme diye daha “sağa” “sola” ateşi… Ve polisin at arabasını bombanın üzerine göndermesi… Bomba sahici olsaydı bu modern yöntemle at ölürdü. Sahibi ederinden fazla para alacak diye avucunu ovuşturuyordu. Şükür ki kum çıktı.
Seksenlere bir darbe ile uyandım henüz top oynayıp acıkıyorken. “Onun bunun çocukları” darbe yapmıştı. ABD elçisi “bizim çocuklar iş başında” diye haber geçmişti Washington’a. Radyo bildirileri dinleyen babam ve arkadaşının yüzüne yansıyan korkudan anlamıştım seksenlerin nasıl geçeceğini. Bende kalıcı bir tahribat bıraktı. Ve hiç sevmedim “o çocukları”.
Artık sokakta insanlar birbirini vurmuyordu ama Amerika’nın çocuklarının işkencede öldürdüklerinin cesedi barajlarda çıkıyordu. Baskı, şiddet, sefalet, yokluk, kuyruk, asma, kesme… Sükunete bedel olarak ödüyorduk seksenlerde.
Okulda nasıl yenilmez ve güçlü bir millet olduğumuzu okutuyordu öğretmenler. Dışarıda ise Batılı dostlarımızın! bizi nasıl madara ettiğini, paramız kadar gücümüzün olduğunu görüyorduk. Babalar yalan söyleyince çocuklar anlarmış. Biz çocuklar seksenlerde bu yalanlarla büyüdük. Doksanlarda ise her birimiz başkaca yalanların babası olduk. Derken serbest! seçimler ve ümit ile ümitsizliğin birbirini kolladığı, birinin sabah diğerinin akşam galip geldiği seksenleri aç ama uslu, mağlup ama mağrur gençler olarak geçirdik.
Doksanlar Özal’ın seksenlerde çaldığı bir parmak balın tadının iyice kaçtığı yıllar oldu. “CIA ve MOSSAD’ın çocuklarının” yeniden palazlandığı yıllar. Doksanları zulmün zirve yaptığı 28 Şubat ile kapattı “onların çocukları”.
İlk defa bizden bir iktidar ile bir on yıla gözümüzü açtık. Rüya alemindeydik adeta. “Geçiş süreci”, “tedrici değişim” avuntusuyla geçirdik ilk birkaç yılını iki binlerin. Her ne kadar “o çocuklar” bir gün ihtar, bir gün muhtıra, bir başka gün kapama davası ile terbiye etmeye çalışıyorlar idiyse de kendimiz olmayı öğreniyor gibiydik. Batıya meydan okuma ile 2010’lara yürüdük. Hak ve özgürlükler hiç olmadığı kadar geniş bir alan buldu. Halkımız da her seferinde takdir ve taltif etti. Ekonomi düzeliyor, öze dönüş genişliyor, batıya hayranlık can çekişiyordu.
Ancak olmadı. 15 Temmuz ile anlaşıldı ki iktidar tüm sermayeyi merkebe yüklemiş. Merkep çifte atarken sahibini deviremedi ama yükü devirerek tüm hasılatı yerle yeksan etti. Ve merkep sahibine kaçtı. O da onların çocuğuymuş. Arkasından yine yoksulluk, yine kısıtlılık… Fakat çifteden kurtulmuş olmanın havası ile Batıya karşı söylemde de olsa daha dik duruluyor gibiydi.
Olmadı! Olmuyor! Bizimkiler ne zaman kükrese açlıkla terbiye ediyorlar. Meğer ambarın kilidi onlarda. Bu heyecanımı doruğa çıkaran kaçıncı çark ettiğimiz efelenmedir hatırlamıyorum.
ABD’ye dolayısıyla İsrail’e bu bağımlılıkla bir arpa boyu yol alamayacağımız kesinleşti. Bütün iddialarımızdan vurulduk. Hele bu çark etmeyi strateji ve zafer diye yutturanlar yok mu; kabak tadı veriyor artık. Hacmimiz kadar ses çıkarmalı bence.