Nasıl davranmalıyız? unuttuk mu?
Doğrusu hangi konuda diye sormadan edemiyor insan. Hangi konuda nasıl davranmalı ya da buna ihtiyaç var mı?
Kardeşimiz olduğu gerçeğiyle bir müslümana, komşumuz, iş arkadaşımız, dostumuz aklımıza gelebilecek herkese nasıl davranmalıyız?
Sorumluluklarımız kime ve nasıl olmalı çerçevesinde konuşurken nasıl büyük bir sorumsuzluk taşıdığımızın farkında mıyız?
Sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik sorumluluğumuz bu topluma karşı ne derece aktif ve faal?
Sorumluluk duymayan, hissetmeyen biz bunun ne derece farkındayız acaba?
Soruları çoğaltmak mümkünken bir tanesini olsun cevaplamak ah, ne kadar zormuş. Kitapta “Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin…” diye Yüce Allah Hucurat suresinde emir buyurmuşken neredeydik?
Ne kolay kardeşimizi dilimize dolamak, yahut cemaatleri ağzımıza pelesenk yapmak, yerden yere vurmak. Hele hele bizden değilse anlayışıyla ötekileştirmek ne kolay! Daha ötesi tekfir etmek… Vallahi Allah`ın rahmet hazineleri bizde olsaydı insanlara zırnık koklatmaz, belki de biter endişesiyle hiç kimseye tadımlıkda olsa vermezdik. Yahut cennet elimizde olsaydı kimseyi sokmaz, cehennem elimizde olsaydı dolması da hırsımızı bitirmezdi.
Öyleyse bu öfke, bu kin, bu merhametsizlik neden?
Neden fertlerden tutunda yapılara kadar hemen hemen çoğumuz su-i zannı kuşanmış hüsn-ü zandan uzaklaşmısız.
Galiba unuttuk Allah`ım!
Seni ve senin yolunu unuttuk. En doğrusu benim/biziz dedik de uhuvveti unuttuk. Birbirimizi sevmeyi unuttuk. Gıyabımızda dua etmeyi, hüs-nü zannı unuttuk. Kapılıverdik bir refah imtihanına neler çektiğimizi unuttuk. Başımıza gelenleri, yaşadıklarımızı, kim olduğumuzu, görev ve sorumluluğumuzu, sana baş eğmeyi, secdeyi… Ne kadar çok şey unutmuşuz da zannı, tekfiri, ötekileştirmeyi ve ene`mizi unutmamışız. Okşadıkça okşayıp gurur yapmışız. Bakmışız ki başımız dağlara erişmiyor, yine de vazgeçmemişiz. Hep başkalarını eleştirmiş, hep hatayı onlarda bulmuşuz. Öyle ki ölüm bile bizden çok, onlara yakışıyor. Kendimizi ölümden azade ve Allah`ın salih kullarından bilmişiz. Ne zalim bir nefsimiz varmış da haberimiz yokmuş.
Unuttuk Allah`ım!
Sana yürürken toprak gibi tevazu göstermeyi; ilmin, malın ve sıhhatin şükrünü, kardeşliğin gereğini, iman ve Kur`an hizmetini, tebliği, dava sorumluluğunu, hayatımızın Sana ait oluşunu, yeni bir nesil yetiştirmeyi, aile ve çocuklarımıza terbiyeni vermeyi… Unuttuk Allah`ım!
Unuttuk Allah`ım!
Dışımızdaki düşmanlarının içimizdeki işbirlikçilerle ele ele verip bizi Senden uzaklaştırdıklarını, dost görünen yüzlerin haris düşmanlar, gülenlerin mezarımızı kazmaya çalışanlar olduklarını…
Neden diye düşünürken Seni anmaktan gaflet içinde olan kalbimizin başka düşüncelerle avunduğunu fark ettik. Seni unutmanın sonucunda bunları yaşayacağımızı unuttuk. Dostumuzu düşman, düşmanımızı dost bellediğimiz gafletinden bu yana nasihate muhtaç olduğumuzu unuttuk.
Unutmak yıllar yılı bizi alsa da Allah`ım, hatırlamak bir anlık zaman dilimini kapsar. Biz Seni ve düsturlarını, sorumluluğumuzu, uhuvveti ve hüsn-ü niyeti unutsak da Allah`ım; o günde, Sen bizi unutma! Kendi halimize bırakma. “Allah`ı unutup da Allah`ın da kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın; onlar, yoldan çıkan kimselerdir.” (Haşr/19) gerçeğinin dehşeti ne şiddetli ya Rabbi.
Bu vesileyle “De ki: Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatı ve ölümüm hepsi alemlerin Rabbi Allah içindir.”(Enam/162)