"Kör tuttuğunu öper"
Bazı durumlar vardır ki, sadece yaşayanını bağlamaz. Belki de şahsi hayatımızın bizi ilgilendiren çok özel durumları hariç, okuyucuyla bütünleşen bir vaziyet arz ettiğinden paylaşmamız gereken durumlarımız olabilir.
İşte bu durumlardan saydığım, Dua Yayıncılık sahibi ve editörü olarak yaşamış olduğum bir mahkeme sürecinden bahsetmek istiyorum: Okuyucularımız bilirler ve yine gazetemizden okumuşlardır ki yayınevi olarak yayınladığımız “Hizbullah Ana Davası Savunmalar” adında bir eserimiz vardı. Söz konusu eser Hizbullah ana davasından yargılanan Cemal Tutar ve Mehmet Varol ile Avukat Hüseyin Yılmaz tarafından kaleme alınan bir çalışmaydı.
Daha doğru ifadeye yayınladığımız “Hizbullah Ana Davası Savunmalar” adındaki kitap Cemal Tutar ve Mehmet Varol`un mahkemeye sundukları resmi savunmaları ile Avukatları Hüseyin Beyin mahkemeye verdiği resmi savunmalardan müteşekkil bir eserdir. Tamamen mahkemelere verilen resmi savunma içerikli resmi belgeler kitaplaşınca, kitabı yayınlayan yayıncı olarak ben, yazanlarda adresine ulaşılan Sayın Hüseyin Yılmaz Bey savcı tarafından mahkemeye verildik. Cemal Tutar ve Mehmet Varol`un mahkemeye verilmemesi ya da haklarında dava açılmamasının sebebini sayın savcı onlara ulaşmamak olarak belirtmişti.
Demek ki, ‘Kör tuttuğunu öper` misal savcı ortada olmamızı aleyhimize yormuş. Eh, ne yapalım…
Ayrıca bu güne kadar söz konusu kitap için hiçbir toplatma yasaklama kararı olmamasına ve içeriğinin resmi mahkeme belgelerinden meydana gelmesine rağmen hakkımızda bu davanın açılmasına anlam veremedik. Savcının iddiası ise “Terör örgütünün propagandasını yapmak ve kişileri terör örgütüne hedef göstermek” şeklinde iddianamede yer alıyor. Yani bir düşünün, resmi mahkeme belgelerini kitaplaştırmışız. Kendi görüş ve düşüncemizi değil. Velev ki bu kitap kendi telifim olsaydı bu, düşünce suçu olarak değerlendirilmeyecek miydi?
Bu aralar Türkiye ile ilgili Avrupa`nın değerlendirme raporunda üzerinde basa basa durulan bu yaklaşım tarzı, sanki Türkiye yargısının çok mu umurunda. Umurunda olsaydı altında kaldığı dosyalardan teşekkül mahkemelerin ahvali sık sık gündeme gelir miydi? “Kişileri terör örgütüne hedef göstermek” meselesine gelince aynı savunmada bir itirafçının beyanları doğrultusunda Cemal Tutar`ın ona gerçek adıyla hitap etmesi meselesidir ki böylelikle gizli sanık, güya deşifre olmuşmuş. Dünya âlemin bildiği bir bilgi dile getirilince, mahkemelik olduk.
İşin garip yönü Avukat Hüseyin Beyin ifadesine göre bu savunma, kitaplaşmadan önce halka açık Diyarbakır`daki bir mahkemede ayan beyan gerçekleşmiş. Dolayısıyla gizlilik adına bir şey kalmamış. Bu sebeple mantıklı bir yaklaşım gösterilmedi savcılık tarafından.
Benim de bir yayıncı olarak hele de bir avukatın yasa bir belge hükmünde olan resmi savunma belgelerini yayınlamam aynı suça irtikâp etmem demek olduğundan mahkemelik olduğum aşikâr oldu böylece.
Geçen ayın 27`sinde de işte mevzubahis bu mahkememiz oldu. Avukatımla beraber sabah 9.30 da girdiğimiz mahkemeye de şunu söyledim: ‘Bastırdığımız her kitaptan 17 nüshayı başta emniyet, savcılık, derleme müdürlüğü, valilik ve il kütüphanesi olmak üzere veriyoruz. Yasaya göre varsa içeriklerinde yasak bir durum, 4 ay içinde Asliye Hukuk Mahkemeleri hakkımızda bir dava açabilir. Hamd olsun altı yıldır yüze yakın bastırdığımız hiçbir kitabımız için mahkemelik olmadık.`
Peki, bu kitaptan dolayı böyle özel bir muameleye tabi tutulmamız neden, diye ikircikli bir soruyu kendime sormadan edemiyorum.
Tahmin ettiğiniz gibi mahkeme eksik evrakların tamamlanması adına 6 Aralık`a ertelendi.
Ayrıca maddi durumum müsait olsaydı 16.03.2011 tarihinde sayın savcının “ön ödeme bildirimi” adı altında bana elden verdiği ödemeyi yapsaydım, mahkeme olmayacaktım. Yani 20 bin TL karışığında hakkımda dava açılmayacaktı.
Eh, mahkemeler artık harç ve giderleri de açandan peşin alacakmış diye uygulamaya geçileceğine göre, parası olana adalet var desem yanlış olamaz herhalde.