Kürt Sorununa "Bakış Açımız"
Yıllardır bağrımızda kronikleşmiş olarak bulunan ve adına “Kürt sorunu” denen bu ahval, sürekli olarak sistem tarafından “yapay çözümlerle” algılandı yahut hep öyle görüldü/görülüyor/görülecek.
Sorunun çözümü, aslında her haklıya hakkını vermek kadar basit görülse de bu, sadece teoride kalıyor/ kaldı/ kalacak mı?
Allah`ın kullarından esirgemediği fıtri olan ve kulların da hiç bir etkilerinin bulunmadığı/sipariş verilmediği özellikler, -ırk gibi- neden sorun olsun? Kürt`ün Kürt, Türk`ün de Türk olarak doğması bir tercih olsaydı, “sorun” haklılık payını beraberinde getirecekti.
Çözüme katkı adına düzenlenen her türlü etkinlik, sempozyum, forum, konferans vs. olumlu tepkilerin yanı sıra, olumsuz tepkileri de beraberinde getiriyor.
Hâlbuki hak ve adalet, vasıfta da mahiyette de aynı niteliklere haizdir. Önemli olan dürbünle bakmak değil, bakacak gözün “bakış açısı”dır. Hak ile bakıyorsa ne ala. Nahak ile bakıyorsa çözümün değil, sorunun parçasıdır demektir.
Kürt sorunu bir vakıa. Yıllardır hazin ve bir o kadar da destansı mazlumiyet tablosu sergileyen bir süreç yaşanıyor. Hükümetinden tutun da STK`larına kadar yeterli veya yetersiz girişimler de dahil, herkes bir şeyler yapma peşinde. Öyle ki yapılan bunca aktiviteler bu meyanda yol alırken, havada uçuşan eleştiri oklarından herkes nasibini alıyor.
Hükümet en fazla nasip alanlardan. Zira sorunun temelinde ona dayanan ipin bir ucu var. ‘Bir hak söz konusu olacaksa bunu ancak ben verebilirim; siz istemeyiniz` havasında. Önceki hükümetlere nazaran elbette bariz gelişmeler inkar edilemez. Fakat bu iyileştirmeler bir lütuf veya minnet olarak algılandığı için, yıllardır Kürtlere yapılan bunca devlet zulmüne kıyasla geçmiş alacaklara sayılırsa, hükümetin daha ödemesi gereken çook borcu var.
‘Mevcut hükümetin yaptıkları elinize dizinize dursun, nankörler` deyu hükümetin iyi yönlerini görmemekle ithamcı olanların serzenişleri altında nisbi iyileştirmelerin veya iki bin sonrası iyileştirmelerin inkarına haksızlık olur, dedik. Yine de unutulmamalıdır ki hükümetlerde “süreklilik” esastır. Allah`ın kullarına verdiği hakları, yıllardır bu süreklilik politikasıyla kısanların “açılımları”, bu meyanda lütufsuz/minnetsiz olursa, önceki hükümetlerin yaptıkları zulümler adına daha anlamlı olacaktır. Daha fazlasını yapma erkine sahip olunduğu halde yapılmaması, elbette beraberinde eleştiriler getirecektir. Yine de ümidin korunması adına bu taleplerden Kürtler adına vazgeçilmesi muhaldir. Elbette iktidarın iyilikleri görülür, hatta teşvik edilir; ama eksikliklerinin dile getirilmesinden veya yetersizliklerinin eleştirilmesinden de uzak durulmaz.
Eleştirilerden nasibin alanlardan bir diğeri de STK`lardır. Şu gerçeği inkar edemeyiz ki, mevcut tüm STK`ların ekseriyetinin merkezleri batıda, şubeleri doğudadır. Etkinlikleri eleştirilirken masabaşı yazdıkları, kalemşor oldukları, meydanlara inmedikleri, iktidarla paralellik arz eden siyaset güttükleri veya bir şekilde nemalandıkları dile getirilir.
Sorun; Kürtlerin tarihleri, kim oldukları, dilleri, dinleri, kültürleri ve bunların bilinmemesi değildir elbette. Her ne kadar bu mevzular “sol gidişat”ın etkisi altında gayri İslami motiflerle bilinçaltına bir kültür dezenformasyonu olarak aşılanmaya çalışılsa da hemen hemen bu mevzuların bilinmesinde büyük bir mesafe kat edilmiştir.
Öyleyse sorun nedir?
Burada “sorun” batı merkezli bu STK`ların “Kürt sorunu”nu dert edinmeyip buna yayvan kalmaları ithamına maruz olmaları sonucu, hükümete etki edememeleridir. Bunun manevralara dayanan girişimler olması, bu edilgenliği örten gerekçelerden biri olamaz. Mevzubahis tepki, STK`lar bazında budur.
Daha önceki yazılarımın birinde “Mustazaflar Hareketi`nden bahisle siyasi alana yöneldiklerinden bahsetmiş ve mevzuya girmiştim.
Bu hareketin merkezi Diyarbakır, şubeleri ise diğer iller ve batıdır. Bu söylemi yukarıdaki eleştirilere ekleyecek olursak şunu görürüz:
Diyarbakır, yani merkezden odaklı bu girişim, paralel birçok hareket gibi batı odaklı değildir. Öyle ki İstanbul gibi kozmopolit bir şehirde bulunan İstanbul Şubesi, en az merkez kadar etkin olması gerekirken Merkez`den öne çıkamıyor. Dolayısıyla hareket batı değil, Merkez eksenlidir.
Hareketin önde gelenleri, yazarları, çizerleri ve basını-yayını; Kürt sorununun bağrından çıkan ve sistemin zulmünü bizzat yaşayanlardır.
Masabaşı değerlendirmeleri değil, yaşadıklarına dayalı tecrübelerini dile getirenlerdir.
Meydanlara inmekten çekinmeyen, soruna inançları ve değerleri açısından yaklaşıp meseleye “Kur`an, sünnet ve örfe göre bakış açısı” geliştirenlerdir.
Meydanlarda da bunları dile getirmekten tıpkı yayınlarında olduğu gibi çekinmeyenlerdir.
İktidar veya selefleriyle hiçbir ortaklıkları bulunmayan, minnet veya lütuflarına karşı dik duruş sergileyenlerdir.
Projelerini iktidara veya Beşir Atalay gibi zevata sunmalarına rağmen dikkate alınmayan tavırlara karşı “hasbunallah ve ni`mel vekil” diyenlerdir.
Haa! Şimdi ahkam kesmek kolay. Daha önce nerelerdeydiniz, birilerinin rantına mı konuyorsunuz diyenleri de Sait Şahin Hocamın geçen haftaki “El-İnsaf” yazısına havale ediyorum.