Sultanê Anne
Derin derin öksürdü yine, uzun zamandır öksürdüğü zaman kan geliyordu ağzından. Kan kusuyordu ama kimselere bahsetmiyordu bu durumdan. Kendine ayıracak vakti, kendini düşünecek zamanı olmamıştı ki uzun bir süredir...
Nusaybin'de Yeni Turan mahallesinde, ferah, geniş evlerden birinde oturuyorlardı, eşi ve kardeşleri hal pazarında büyükçe bir manav dükkanı işletiyorlardı. Maddi durumları gayet iyiydi, bolluk içinde yaşıyorlardı. Evleri misafirden geçilmezdi, sürekli Allah'ın davasının tebliğ edildiği bir mekan olmuştu. Eşi İslam ahlakıyla ahlaklanmış güzel bir Müslümandı. ibadetlerine düşkün, kendisine ve çocuklarına değer veren bir eş, hayırlı evlatlar, bir Müslüman kadın için daha ne olsundu ki?
Bölgede örgütle çatışmalar başlamış gün geçtikçe çatışmaların dozu artmıştı. İş yerlerini açamıyorlar var olan sermayeleriyle geçinmeye çalışıyorlar türlü türlü ambargolara maruz kalıyorlardı, en çok da gıda ambargosu onları etkiliyordu. Hayat alabildiğince zorlaşmıştı. Tüm imkanlara sahipken birden yokluğa düşmek katlanması zor sıkıntıları getirmişti. Evlerinde misafirler eksik olmazdı, mahrumların, kalacak yeri olmayanların huzur bulduğu bir yer, sığındıkları bir limandı. Yemeklerini yapıyor, elbiselerini yıkıyor bir gün olsun eksik bir şeylerini bırakmamaya özen gösteriyordu. 94'ün sonlarına doğru çıkmak zorunda kaldılar yaşadıkları şehirden, evlerini, işyerlerini, komşularını, en yakın akrabaları geride bırakıp gitmişlerdi bir bilinmeze. Doğru düzgün ne bir eşyalarını ne de malzemelerini götürebilmişlerdi.
Altı yıl sürecek olan zorlu hicret günleri başlamıştı. Erkek çocuklarını geride bırakmış sadece kız çocuklarını kendileriyle götürmüşlerdi kızlarının tamamı eğitim sürecinin dışında kalmış, bu şartlarda okula gidememişlerdi. Erkekler de kendi imkanlarıyla okuyor annesiz ve babasız büyümenin tüm zorluklarını iliklerine kadar yaşıyorlardı. En büyük çocuğu Muhammed Mardin İmam Hatip Lisesinde okul iyilerindendi ama şartlar üniversiteye gitmesine el vermiyor, kardeşlerine hem anne hem baba olmasını gerektiriyordu. Sultanê anneye yıllar sonra erkek çocuklarının fotoğrafları gelmiş, nasıl da sevinmiş her bir yavrusunu tek tek fotoğrafta da olsa koklamış "Musabémın", "Selmanémın", "Hüseynémın", "Muhemmedémın", berxıkémın sözleri dilinden düşmez olmuştu fotoğraflara bakıp bakıp, solgun yüzlerini öpmüş ciğerinin üstüne koymuştu fotoğraflarını. İmtihanın büyüklüğü ortadaydı, kendi çocuklarının fotoğraflarını yıllar sonra görmek büyük bir nimet olarak görülmüştü. Bir anne için ne kadar zor bir durumdu çocuklarından uzakta olmak aklı hep onlardaydı. Ne yerler ne yaparlar, üşüyorlar mı hem Musap daha küçücüktü, uyurken üstünü kim örtüyordu, elbiselerini nasıl yıkıyorlar? Bugün ne yemişlerdi acaba diye düşünür bunu belli ettirmemeye çalışırdı ne de olsa Allah içindi çektikleri bu sıkıntılar, değerdi.
Yirmi sekiz şubatın soğuğu şubat ayında onları da bulmuş çok uzun sürecek olan zindan imtihanına duçar olmuşlardı. Annemiz, sekiz yıl boyunca tüm hastalığına, yokluklarına, imkansızlıklarına rağmen eşini bir an olsun yalnız bırakmayacaktı. Kürkçülere cezaevine giderken gerek evde gerek yolda çocuklarını sıkı sıkıya uyarırdı: Babanıza yaşadığınız tek bir sorunu bile anlatmayacaksınız babanız zaten zindanda; bir de dışarının sorunlarıyla meşgul etmeyin diye tembihlerdi, eşinin cezaevinde bile davaya hizmette rahat olmasını istiyor, aklının onlarda olmasını istemiyordu.
2006 yılının başlarıydı arkadaşı, Muhammed'i ziyarete gitmişti Muhammed odaya tekerlekli sandalyeli annesini getirdi hastalık tüm hücrelerini kaplamış, vücudunu eritmiş, epey kilo kaybı yaşamıştı. Buna rağmen ibadetlerini bir an olsun aksatmıyor günlük zikir ve virtlerine devam ediyordu. Sultanê Anneyi öyle görünce kaynar sular döküldü başından, moral olsun diye "Xalti çok güzel günler gelecek hem Muhammed'i evlendireceğiz daha, söz damatlığı ben alacağım sen de iyileşecek, tekerlekli sandalyeyi atacaksın" dedi.
Sultane anne başını eğdi dizlerinin üstündeki kırmızı battaniyeye dokundu, derin derin öksürdü, nefes almakta zorlanıyordu, elindeki mendiliyle ağzını kapatmış, mendili kana bulanmıştı, kısık ve edep dolu sesiyle "Ben o zamana kadar yaşayacağımı sanmıyorum" dedi. O an beyninden vurulmuşa döndü, vücudunu lime lime doğrasalar bu kadar acı yaşamazdı herhalde.
O, hastalığın verdiği elemli acıya rağmen nasihat etmekten geri durmadı, kardeşlikten bahsetti, itaatten, İslam'ın güzel ahlakından, dava arkadaşlarının birbirlerine değer vermesinden, birbirlerini çok sevmesi gerektiğinden... Evet İslam davasının vitrindeki görünür kişileri vardı ama bir de bilinmez kahramanları vardı arka planda olan, çektikleri acıların, ödedikleri bedellerin haddi, hududu, sınırı olmayanlardı onlar. İşte Sultanê Annemiz onlardan biriydi.
Allah rahmet etsin Annemize.
İsmail Durmaz