Amine'nin Öyküsü
Saatler geçmek bilmiyordu. Sol kolundaki saate göz ucuyla baktı Hacı Abi, hastane sandalyesinde sendeliyordu uykusuzluktan." Nur topu gibi bir kızınız..." sözü tüm yorgunluğunu alıp götürmüştü.
İlk defa baba olmanın tarif edilemez heyecanını yaşıyordu. Dünyanın en hafif/naif yükünü kucağında taşıdığından emin, en ağır yükünü sırtına aldığından bihaber kucağına aldı minik Amine'sini. Minicik ellerinden tuttu, minik Amine babasının işaret parmağına tutundu, bir dünyaya tutundu, bir dağa tutundu farkında olmaksızın… Kızını öptü alnından, kokusunu çekti ta ciğerlerinin içine. Kendinden bir parçaydı bu dünyada, Minik kız, "baba ellerimi hiç bırakma" dercesine tutunmuştu parmağına babasının. Dünyada bir babanın belki de alabileceği en güzel hediyeydi, bir kız çocuğuna baba olmak...
Amine büyümüş artık okul çağına gelmişti. Kıvrak zekâsı ve sevecenliğiyle çevresinde çok seviliyor öğretmen ve arkadaşları tarafından takdir ediliyordu. Ailesinin ve okuduğu kitapların da etkisiyle küçük yaşına rağmen bilinçli bir insan olmuş, namazlarına, helal harama son derece dikkat eden, kalbi Allah'a bağlı bir kul olmuştu, "Artık örtünme vaktidir." demişti zaman ve zemine aldırış etmeden. Allah'ın emri baş göz üstüne, tüm emirlerin ve yasakların üstündeydi ne de olsa.
Hem ne yapmıştı ki onlara. Koca koca adamlar hem de okumuş olanından, başındaki örtünün onları neden bu kadar ürküttüğüne bir anlam veremiyordu bir türlü. Okulun en başarılı öğrencisiydi, el üstünde tutulması, tüm imkanların önüne serilmesi gerekirken depodan bozma, toz toprak içinde, güneş görmeyen, rutubetli bu yerde ne işi vardı, neden o da diğer arkadaşlarının yanında değildi, onu akranlarından neden ayırıyorlardı? Başarıysa okulun en başarılı öğrencisiydi, ahlakıyla en örnek kişisiydi okuduğu okulun. Kimin sorunu, derdi varsa Amine hemen yanlarındaydı, tüm içtenliğiyle canciğer oluyordu hele yeni gelenlere, ezilenlere, dışlananlara... Onlarla oyun oynamasına hatta konuşmasına neden set çekiyorlardı ki!
Babası, göz yaşlarını gah içine gah dışına akıtarak uzun uzun baktı kızına, anlaşılan bugün de sahilde yürüyüşü uzun olacaktı en hüzünlü olanından… Çocuğunun boynu bükük, sesi kısık, benzi soluk, yüreği kırık bir şekilde, okul kapısından içeri alınmaması, okul okul sürgünlere gönderilmesi canını çok acıtıyordu. Kendi ülkesinde parya muamelesine tabi tutuluyorlardı. Bir babanın çaresiz olması, çocuklarına karşı mahcup olması ne zor bir durumdu. Ama azmi, ama imanı, ama gayreti, ama dik duruşu ve kararlılığını gördükçe içten içe gurur duyuyordu çocuğuyla. Bu şartlar altında ilköğretimi birincilikle bitirmişti. Şüphesiz ki bu gayretin, inanmışlığın, adanmışlığın gözle görülür bir neticesiydi.
Devran dönmüş, zülüm son bulmuştu. Kazananlar; inananlar, davasında samimi olanlar, dava delileri olmuştu yine… Saatler geçmek bilmiyordu, sol kolundaki saate baktı Hacı Abi. Fakülte birincisi çağrıldı üniversite kürsüsüne. Amine'den başkası değildi vakur bir şekilde konuşma kürsüsüne doğru ilerleyen. Anne ve babasını aradı ilkin gözleri, babasının başı dik, alnı açık, gözleri nemliydi; şüphesiz sevinç gözyaşlarıydı bunlar, göz kapaklarından ağır ağır süzülen...
Ve yüreğinden şu tarihi sözler dökülüyordu: "Bugün birincilikle girdiğim bu bölümü birincilikle tamamlamak sadece inancımın ve kararlılığımın bir neticesi oldu. Hayatım boyunca her zaman sevdiğim şeyleri yaptım. Sevdiği şeyleri yapmanın başarıya ulaştırdığına inanıyorum. Bugün burada söz veriyorum; bundan sonra da her zaman doğru olduğuna inandığım ve sevdiğim işleri yapacağım" ne mutlu sana ve seni yetiştirenlere.
İSMAİL DURMAZ