• DOLAR 34.586
  • EURO 36.262
  • ALTIN 2957.953
  • ...

Osman Gülebak /Doğruhaber-ANALİZ

Türkiye’de bir taraftan yeni ve sivil anayasa çağrıları yapılırken bir yandan da siyasilerin karşı partileri ötekileştiren söylemleri en üst perdeden dillendiriliyor. Bu durum bir taraftan Türkiye’deki siyasetin kısır bir döngü içinde bocalamasına sebep olurken; diğer taraftan da siyasetin halkın gerçek sorunlarına eğilmesinin önüne geçiyor.

Öte taraftan gerçek sorunu, geçim sıkıntısı, işsizlik, adaletsizlik, gençliğin durumu vb. olan toplum, bu ‘ötekileştirici dil’ üzerinden kutuplaşarak birbirine adeta düşman gibi bakmaya başlıyor. Bunun bir adım ötesi maalesef toplumsal çatışmalar olacaktır.

Varlığı halkın yaşadığı sorunlara çözüm üretmek üzerine temellenen siyaset kurumu ve siyasetçiler, kutuplaştırıcı söylemlerine devam ededursunlar, mevcut durumda kaybeden yine halk oluyor.

Peki, ötekileştirmenin, kutuplaştırmanın ve inkâr etmenin bu topluma hiçbir şey kazandırmadığı gerçeği yüz yıllık yaşanmışlığıyla önümüzde dururken, siyasetçiler hâlâ neden ısrarla bu dili kullanmaya devam ediyorlar? Enerjilerini, vakitlerini neden birbirileriyle harcıyorlar?

Toplumsal bir mutabakat olması gereken yeni anayasa bu üslupla nasıl yapılacak? Bu üslup ile anayasa çağrıları birbirine zıt bir durum teşkil etmiyor mu?

Ya da sorulması gereken en önemli soru: bunun dışında halkın faydasına olabilecek geçerli, başka bir yol ve yöntem yok mu?

Aslında yukarıda anlatmaya çalıştığımız sorun, hakikatte modern siyasetin bir sonucudur. Kendini merkeze koyan iktidar, kendi dışındaki herkesi tanımak yerine tanımlamaya çalışır. Yani kendisini özne toplumu ise nesne olarak görür. ‘Tanımlayıcı Siyaset’ olarak adlandırılan bu siyasi yaklaşım, tarzı gereği sürekli kendi dışındakilere müdahale eder. Çünkü her tanımlama aynı zamanda bir müdahaledir. Aslında tanımlayıcı siyaset, doğası gereği müdahalecidir. Onu var eden, ona süreklilik kazandıran kutuplaşma ve çatışma kaynaklarını besler.

Buradan da anlaşılıyor ki; çatışmayı ortaya çıkaran sorunları tanımlayıcı siyaset üretiyor. Meşru siyasi rekabeti çatışmaya dönüştüren ‘ötekileştirme veya öteki üzerinden avantaj elde etme’ girişimi doğrudan bu siyaset tarzının yapısıyla ilgilidir. Kronikleşmiş sorunların çözümü için halkın kahır çoğunluğunun oylarıyla defalarca iktidar yapılan iktidar partisinin, halkın beklentilerini karşılamak yerine muhalif partilerle kayıkçı kavgasına tutuşmasını bu çerçevede okumak gerekiyor.

Bu yüzden halkla ötekinin arasına kalın duvarlar örülmesini sağlayıp, ötekiyi tanımladığı gibi halka lanse edilmesini sağlar. Ki bununla aynı zamanda iktidarını da sağlama almış olur. Bu siyasi yaklaşımdan dolayı ülkemizde yüzyıllardır çatışmalar bir türlü bitmiyor. Televizyon programlarında Kemalist sistemden nemalanan koca koca siyasetçi ve yazarların, adeta ellerine aldıkları bir etiket makinesiyle, sistemin toplumu tekleştirici politikalarına teslim olmayan herkesi etiketlediklerini görürsünüz. Başta Kürt Meselesi olmak üzere bu ülkede yaşanan birçok sorunun bir türlü çözüme kavuşamaması aslında bu siyasetin bir sonucudur.

Bu siyasi anlayışın karşısında bir de ‘Tanıyıcı Siyaset’ vardır. Ki bu siyasi yaklaşım, toplumsal ilişkilerin temelini müzakere, karşılıklı etkileşim ve yeri geldiğinde bazı isteklerinden fedakârlık yapmayı öngörür. Toplumdaki sosyolojileri olduğu gibi kabul eden bu siyaset sonucunda toplumsal sözleşme doğma ihtimali çok yüksektir. Çünkü bu siyaset, toplumu müdahale edilen bir nesne görmek yerine herkesi özne olarak kabul eder. Bu yaklaşımın olduğu her toplumda sosyal barış kendiliğinden oluşur. Biz buna aynı zamanda müzakereci siyaset de diyebiliriz.

Müzakereci siyaset, toplumsal sorunları siyasetin imkânlarını kullanarak çözmek, siyaseti karşılıklı görüşme, tartışma, fikir alışverişi, hatırlatma, saygı temelinde kurup yönetme sanatıdır.

İnsan, tab’en medeni, sosyal bir varlık olduğundan kendisi gibi diğer insanlarla birlikte yaşamak zorundadır. Bu, belki bir tercih değil bir zorunluluktur.

İslam dünyası olarak; toplumsal sosyolojileri ötekileştirip birbiriyle çatıştıran modern kültürden kurtulup yeni irfan dünyasına geçmemiz gerekiyor ki bu bizim kadim medeniyetimizde mevcuttur. İslam irfan mirasında modern kültürün aksine hangi dinden, etnik, dil, bölgeden olursa olsun bir insan diğer insanın ötekisi olamaz. İlla ki bir öteki olacaksa o da kötülüğü emreden nefis ve şeytandır. İnancımıza göre; insanın kendisi ve öteki insanlarla olan ilişkisi, tanımlama ve ötekileştirme değil, tanıma ve anlama sürecidir.

Bu da ‘irfan, marifet, tearuf ve muarefe’ kavramlarıyla karşılanabilir. Bunun dayanağı da Kur’an-ı Kerim’de geçen şu ayettir:

Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık…” (Hucurat-13)

Ayetten de anlaşılacağı üzere insanların farklı topluluklar şeklinde yaratılmasının ana hikmeti insanların birbiriyle muarefe etmesi yani tanışıp kaynaşmasıdır. Oysa modern kültürün etkisi altındaki günümüzde, tanışma amaçlı yaratılan farklılıklar çatışma unsuru haline getiriliyor. Yüz yıldır bu topraklarda yaşanan dini, etnik ve düşünce alanındaki çatışmaların sona ermesi için hepimizin karşılıklı oturup herkesin kendini tanımladığı gibi birbirimizi tanımamız gerekiyor. Bu sosyal barışa giden yolun ilk adımıdır.

Müzakere’de taraflar birbirlerine karşılıklı hatırlatmalarda bulunur, yol gösterirler. Bundan dolayı müzakere öğretici, yol gösterici ve ufuk açıcıdır. Biri hatırlatma ve öğütte bulunma, diğeri karşılıklı alış veriş dolayısıyla etkileşimdir. Bir şehirde yaşıyorsak şehrin fiziki ve sosyal mekânın tanzimini beraber müzakere ederek tespit edebiliriz.

Muahede, anlaşma, karşılıklı taahütleşmede bulunma demektir. Buna kısaca sözleşme diyebiliriz. Taraflar, birbirilerini tanıyıp, yaşanan sorunları müzakere ettikten sonra ortak bir karara varırlar ki buna mutabakat diyoruz. Modern dönemin ürünü olan anayasalar, her ne kadar toplumsal sözleşmeler olarak lanse edilseler de gerçekte bu tartışmalıdır. Mevcut anayasalar, hem yapılış şekli hem de içerdiği öz itibariyle halktan kopukturlar. Çünkü bu anayasalar, toplumun tüm katmanları yerine askeri veya sivil bürokrasinin birkaç akademisyene mevcut devleti korumak amaçlı hazırlattığı metinlerdir.

Kendisinden ve kendi grubundan başkalarının hayat hakkını tanımayan, din ve vicdan özgürlüğüne saygı göstermeyen, kendi ideolojisini ya da felsefi inancını siyasi toplumun imkân ve araçlarını kullanarak, tüm topluma egemen kılmaya çalışan ve çıkarını her şeyin üstünde tutanlarla bir sözleşme yapılması mümkün değildir.

Bu çerçevede HÜDA PAR’ın kurulduğu ilk günden itibaren ortaya koyduğu ‘tüm partilerle amasız diyalog’ iradesi çok anlamlı ve değerlidir. Görüşme taleplerine olumlu cevap veren tüm siyasi partiler ve STK’larla görüşen parti, bu görüşmelerde toplumun maslahatı için fikirlerini anlatmaya çalışıyor. Özellikle yeni anayasanın gündeme gelmesinin ardından bu siyasi tavrını daha da aktifleştiren HÜDA PAR, yeni anayasa ve diğer sorunların çözümü hakkındaki fikirlerini anlatmaya devam ediyor.

Hatta sadece Türkiye’deki partiler ya da gruplarla değil imkân nispetince İslam Coğrafyasındaki tüm partiler ve gruplarla diyalog kurmaya çalışarak ümmete giden yolun taşlarını döşemeye çalışıyor. Kudüs’ün özgürlüğünü merkeze alarak düzenlediği Uluslararası Selahaddin-i Eyyubi Sempozyumuna İslam dünyasının birçok farklı bölgesinden âlim ve aydınların katılması ve verilen mesajlar gelecek adına umut veriyor.

Siyasetin toz dumanlı havasında kamplaştırılan toplumda kısa vadede ‘müzakere ve diyalog’un alıcısı az olsa da uzun vadede bu adımların meyve vereceğine inanıyorum. Yüzyıllardır farklılıkları çatıştırılan, kan ve gözyaşına boğulan İslam Coğrafyasının -özellikle Türkiye’nin- muarefe, müzakere ve muahede yolunu takip etmekten başka çıkar yolunun olduğunu da sanmıyorum.

Halkımız da modern kültürün etkisinde kalarak toplumu kutuplaştıran siyasete gerekli uyarıyı yaparak sosyal barışı sağlayacak müzakereci siyasete zorlamalıdır. Partisel çıkarı için koca bir ülkeyi yangın yerine çevirmeye çalışan siyasete inat müzakereci siyasete sahip çıkmalıdır. Bu yapılmadığı sürece toplum olarak siyasi, ekonomik, ahlaki ve kültürel kriz üreten bu kısır döngüden kurtulamayacağız.