• DOLAR 34.592
  • EURO 36.278
  • ALTIN 2968.689
  • ...

SİYASET GEMİSİ / KÖŞEDEN KÖŞEYE

Ahmet Kekeç (Star):

“Mustafa Kemal sağ olsaydı, bugün terör örgütleriyle iş tutan ABD ve NATO konusunda ne düşünürdü?

Dahası, Batı ittifakına ve NATO`ya bağlılığını vurgulayarak partisinin kuruluşunu ilan eden Meral Akşener`ci Kemalistleri nasıl karşılardı?

Bir de “Ulusal Savunma Kavramı” diye bir şey var...

Mustafa Kemal'e göre, "yabancı el"in işin içinde olduğu bir "millî savunma" düşünülemez.”

“Eski İslamcı”ların Mustafa Kemal`i “geç keşfetmiş” olmanın telaşıyla söylediklerini ve yaptıklarını ibretle izliyoruz. “Mustafa Kemal sağ olsaydı” diye başlayan sözleri biz yıllarca Kemalist kesimden duyuyorduk oysa.

Ama yine de Ahmet Kekeç`e kafamıza takılanları soralım diyoruz.

Türkiye NATO`ya 1951`de yani Demokrat Parti döneminde girdi. Yani Erdoğan`ın “Demokrasi ve kalkınma alanında örnek aldığı” kişilerden biri olan Menderes dönemi…

Meral Akşener`e NATO üzerinden yüklenmeye çalışan Kekeç herhalde ne yaptığının farkında değil. 15 yıldır iktidarda olan bir Ak Parti var ve 15 Temmuzdaki açık NATO parmağına rağmen bir adım atmıyor.

Kekeç`in kendi ifadesiyle söyleyelim.

“Mustafa Kemal sağ olsaydı” Türkiye`de bu kadar Amerikan üssü olmasına müsaade eden Ak Parti hükümetine ne derdi?

Kekeç`e bir soru daha..

“Mustafa Kemal sağ olsaydı” Türkçe okuttuğu ezanın Arapça okutulmasına ve devletin televizyonunda Kur`an`ı güzel okuma yarışmalarının yapılmasına ne derdi?

 

Nihal Bengisu Karaca (Habertürk):

“Kararın herhangi bir bağlayıcılığı yok, biliyorum. Bu sonuçla şekillenen karar, tavsiye niteliğinde olacak, biliyorum. Ancak kabul oylarının ezici üstünlüğü ile ret oylarının zavallı kimsesizliği, ABD`nin Trump`la beraber dökülmeye başlayan makyajına bir darbe daha vurdu; bu iyi haber.

İsrail`in tırnak içinde “zalim” kere “zalim” olduğunu bir kez daha perçinledi; bu iyi haber.

İnsanlığın hiç değilse çok berrak konularda; hâlâ “akıl”, hâlâ “adalet” ve kötü gidişata dur deme konusunda “basiret” sergileyeceğine dair küçük bir umut yeşertti bu karar. Hem de “Din savaşları geliyor” korkularının filizlendiği bir dönemde. “Üçüncü dünya savaşı mı, eyvah” analizlerinin arttığı bir zaman diliminde.

Seviniyoruz, çünkü insanlığın ölmediğini hissetmeye ihtiyacımız varmış. Müslüman kanının çok ucuz olduğu bir hiyerarşide, “Ben yaptım, oldu”cu pervasızlığının ters teptiğini görmeye ihtiyacımız varmış.”

Nihal Bengisu Karaca son derece oturaklı ve ayağı yere basan cümleler kurmuş.

Evet, olay ne bir zaferdir, ne de tümüyle göz ardı edilecek bir gelişmedir.

Umutlu olmak ve umutla direnmek gerektiği konusunda önemli bir örnektir BM oylaması sonucu.

Sloganların her şeyin önüne geçtiği, aklıselimin kaybolduğu bir dönemde önemli sözler…

Bu arada Karaca “Trump kötü Amerika iyi” kurnazlığına da prim vermiyor ve kirli olan Amerika`nın Trump`la beraber makyajının iyice döküldüğünü söylüyor.

Bu da çok önemli.

 

Murat Yetkin (Hürriyet):

“HDP İstanbul Milletvekili Garo Paylan dün Meclis`te düzenlediği basın toplantısında elindeki önemli bir istihbaratı AK Parti hükümetiyle paylaştığını açıkladı.

“Birkaç kaynaktan teyit” ettiğini söylediği bu istihbarata göre, “Türkiye merkezli bir yapı”, Almanya başta olmak üzere Avrupa ülkelerinde bulunan muhalif “akademisyen, gazeteci ve siyasetçilere” suikast girişiminde bulunma hazırlığındaydı. İsim vermiyordu ama suikast girişiminin hedefindeki bazı isimlerin bulundukları ülkelerde resmi korumaya alındığını da söylüyordu. Paylan, bu yapının “Ogün Samast gibi” üç suikastçıyı bu tip cinayetler için görevlendirdiğini de ileri sürüyordu.”

Hemen birileri FETÖ`den söz etmeye başladı; ama Türkiye`nin mevcut dinamikleri farklı grupları da harekete geçirebilir. Cem Küçük`ün televizyon ekranından suikastler yapılması gerektiğine dair söylediği sözlerin de uluslararası istihbaratlar için uygun zeminde hareket etme imkânı sunduğu unutulmamalı.

Paris`te PKK`li üç kadını vuran kişi MİT bağlantılı; ama FETÖ mensubu bir kişiydi.

Eğer iş suikast noktasına kadar gelmişse artık FETÖ`den çok CIA ve Mossad`a odaklanmak gerekir. Herhalde Alman istihbaratı da bunu fark etti ki, Alman hükümetinin değişen tutumuna etkide bulundu.

 

Yıldıray Oğur (Karar):

Araplar bizi neden arkadan vurmuştu?

Çok milletli bir imparatorluğun bugünler için anlaşılması zor dünyasından bahsetmekteyiz. (…)

Ama sultanlar 400 yıl boyunca bu kutsal toprakların hakimi olduklarını söylemekten hicap duyarak, kendilerine Hadim`ul Harameyn eş- Şerifeyn dediler. Abdülaziz`e kadar Medine,  İkinci Abdülhamit`e kadar Mekke kalelerine saygı gereği Osmanlı bayrağı bile çekilmemişti.

Mekke ve Medine`yi peygamberin soyundan gelen Haşimi sülalesinden ‘Şerif`lerin yönetmesine de izin vermişlerdi. Hicaz`a atanan Valiler hiyerarşide “Şerif”lerin altındaydı. (…)

1892 yılında bölgede bir iç karışıklık ve isyan ihtimalinden endişelenen 2.Abdülhamit hem Haşimi ailesinden bazı isimleri hem de bazı itibarlı din adamlarını zorunlu bir misafirlik için İstanbul`a getirmişti.

Abdülhamit`in tedbir için İstanbul`a getirttiği isimlerden biri de Şerif Hüseyin`di. Amcası mevcut Hicaz Şerif`iyle arası açılmış olan Şerif Hüseyin, Şura-yı Devlet üyesi yapıldı, aileye Emirgan`daki bir yalı tahsis edildi.

Bu zorunlu misafirlik tam 16 yıl sürecekti.  Daha sonra her biri komşu devletlerin kralları olacak Şerif Hüseyin`in oğulları Faysal, Ali ve Abdullah İstanbul`da büyüdüler, Türkçe öğrendiler, eğitimlerini burada aldılar, hatta yaşı daha büyük olanlar burada da evlendiler. (…)

İmparatorluğa ve hilafete sadakatlerini ve aidiyetlerini koruyan Araplar arasında milliyetçilik tohumlarını yeşertense İttihatçıların Türk milliyetçiliği siyasetleri oldu.

Şam`dan Medine`ye açılan okullarda eğitim dili Arapça`dan Türkçe`ye dönmüştü. Ardından devletin resmi dilinin de Türkçe olmasıyla ilgili adımlar geldi.  Bir devlet dairesine Arapça olarak yazılmış bir arzuhal bile kabul edilmemeye başlanmıştı.

Ama esas olarak Arapları ayağa kaldıran bir ismin yaptıkları oldu; Cemal Paşa. (…)

Falih Rıfkı Atay`ın Zeytindağı`ndaki tarifiyle Cemal Paşa`nın Arap politikasındaki yöntemleri siyasi değil askeriydi; Filistin için tehcir, Suriye için tedhiş ve Hicaz için de ordu.

Tehdişin en unutulmazı, 1915`de önde gelen Arap siyasetçi ve entelektüellerin,  Fransız konsolosluğundan çıkan belgelere göre geçmiş yıllarda Fransa`yla ilişkileri gerekçesiyle yargılanıp, vatana ihanetten idama mahkum edilmesi ve Şam`da bir meydanda asılmalarıydı. (…)

Fakat, Hicaz`da Şerif Hüseyin`i isyan ettiren esas mesele ne milliyetçilik ne de Cemal Paşa`nın uygulamaları değildi.

Onun devlete aidiyetini sarsan ve başka güçlerle işbirliği arayışlarına iten, merkezileşme politikalarıyla Hicaz`da 400 yıldır sahip olduğu otoritenin altının oyulmasıydı. (…)

Bugün de Türkiye, eğer büyük bir devlet olma iddiasını sürdürecekse işe büyük bir devlet olma iddiasını unutarak başlamalı, bunu dillendirmekten vazgeçmeli, İslam dünyasıyla eşit ilişkiler kurmayı öğrenmeli.

Arap dünyasında Osmanlı imajına İttihatçılar tarafından verilen hasarla yüzleşmeden, “bütün İslam dünyası Osmanlı`nın adaletine hasret” diskuruyla mesafe almak da mümkün değil.”

Yıldıray Oğur`un yazısı oldukça uzun; ama çok önemli konular içeriyor.

Aldığımız bölümler konunun anlaşılmasına yetmiyorsa kaynağından bakılabilir.

Ama şu kısa değinilerde bulunmak istiyorum.

Cemal Paşa`nın zihniyetinin Türkiye Cumhuriyeti`nde halen yaşatıldığını görmek acı verici; ama maalesef bir gerçek. Şam`da Arap dilini yasaklamak ne ise Diyarbakır`da Kürt dilini yasaklamak aynı ittihatçı kafanın işidir.

Şeyh Said ve arkadaşlarının asılması ve İngiliz işbirlikçiliğiyle suçlanması da size tanıdık geldi değil mi?

Maalesef aynı yanlışlar devam ediyor.

Dışarıya yönelik “ümmetçi” dil sizi İslam Dünyası`nda popüler yapabilir; ama içeriye yönelik milliyetçi uygulamalar zemininizi iyice kayganlaştırır.

Ve Oğur`dan aldığım son iki cümle…

Üzerinde düşünmeyi gerektiriyor.