• DOLAR 34.547
  • EURO 36.015
  • ALTIN 3005.461
  • ...

Tartışma, Kemalizm’in en gerici versiyonunu temsil eden ve dinozorları bünyesinde barındırmasıyla maruf bir gazetenin haberiyle başladı.

Bir medrese açılmış ve belediye medreseye ulaşım için yol yapmış!

Olay tümüyle hayırsever halkın desteğiyle bir eğitim kurumunun açılmasıydı; ama söz konusu olan “İslami eğitim” olunca meseleyi kriminalize etmek için büyük çaba sarf ettiler.

Kimi Hizbullah üzerinden vurmak istedi, kimi rezilliğin diplerinde dolaşarak yol için “özel asfalt” kullanıldığını haber yaptı.

Bazıları hukukçu kimliğiyle baskıcı zihniyeti, despotizmi örtme gayretine girdi.

Mesela Mehmet Durakoğlu…

"Türkiye’nin özellikle laik yapısının değiştirilmesi konusundaki özel çabalardan biri. Anayasada yazılı laik devlet ilkesine aykırı bir yapılanma olduğu kanaatindeyim" dedi.

Tanımadınız mı bu ismi?

Faşizmin zirve isimlerinden olan Mahmut Esat Bozkurt adına hukuk ödülü veren İstanbul Barosunun başkanı…

Durakoğlu’na göre medreselerin açılması 98 yıl önce çıkarılmış olan Tevhid-i tedrisat kanununa aykırıymış.

Hukukçu Celal Ülgen de Durakoğlu’ndan eksik kalmadığını gösterdi:

“Medreselerin yeniden açılması, Cumhuriyet Aydınlanmasına ve Atatürk devrimlerine meydan okumadır. Müspet bilimler yerine ilim adı verdikleri bir Arap felsefesine ağırlık vermeleri üzüntü vericidir. Bu durum İslam’ın değil siyasal İslam’ın yayılmacı politikasının kendisidir.”

Kemalist kafanın kokuşmuşluğunu, donukluğunu bu sözler üzerinden izah etmenin anlamı yok sanırım.

Tam helvadan put meselesi…

Yeri geliyor, kutsallaştırıyor, tapıyor, tanrılaştırıyor; ama yeri geldiğinde de bir tarafa atabiliyor.

Mesela Kemalistlerin neden “şapka devrimine” uymadıklarını sormaya gerek duymuyoruz.

Devletçilik ilkesinin özelleştirmeler ile tümüyle işlevsizleşmesi karşısında cılız tepkiler gösteriyorlar, çünkü günümüzde “devletçilik” gibi bir düşünceye sahip olmak ya monarşilerde ya diktatörlüklerde ya da komünist ülkelerde mümkün oluyor.

Cehalet, gericilik, donmuşluk sadece paçalarından değil her taraflarından akıyor.

Şu ifadelerden şarıl şarıl cehalet akıyor:

“Müspet bilimler yerine ilim adı verdikleri bir Arap felsefesine ağırlık vermeleri üzüntü vericidir. Bu durum İslam’ın değil siyasal İslam’ın yayılmacı politikasının kendisidir.”

Müspet bilimler şöyle tanımlanır: Olgulara, deneylere dayalı olarak bazı nitelikleri belli olan…

Hatta örneklemek istedikleri zaman şunları eklerler: Matematik, fizik, kimya…

Yani matematik, fizik, kimya gibi derslerin olmadığı eğitim programları boş ve anlamsızdır öyle mi?

Sosyal bilimlerin tümünü bu “üzüntü verici” ilimler kategorisine koyan bu şahıs “Hukuk” okuyarak ne kadar boş ve faydasız bir işle meşgul olduğunu da beyan etmiş oluyor.

Cehalet sadece bu da değil!

Medreselerin programında Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam gibi köklü ve derinlikli konularda dersler verilirken bunların yanı sıra, gramer, belagat ve mantık dersleri de var. Bu konuların dünyanın en büyük üniversitelerinde kürsülerinin bulunduğunu, batıda bu alanlarda doktora eğitimi alan binlerce kişinin bulunduğunu bilemeyecek ve bu konulara “Arap felsefesi” diyecek kadar donuk bir kafaya sahiptir Kemalist hukukçu.

Ama şunu da net olarak ortaya koymak gerekir.

Kemalistlerin büyük ekseriyetinde cehalet var, donukluk var, helvadan putlara sahip olma var; ama en önemlisi değişmeyen bir İslam düşmanlığı var.

 

ROLLER SÜREKLİ DEĞİŞİYOR

Memleket manzarası sürekli rollerin değiştiği bir tiyatro sahnesi gibi.

Biri bir gün komedyen oluyor, diğer gün figüran, bir sonraki gün karakter oyuncusu.

İttifaklar ve düşmanlıklar bir anda değişebiliyor.

Uzun süre anarşist takılan ve kaos simsarlığı yapan birileri bir anda kendini statükonun savunucusu rolünü oynarken buluyor.

Çok detaya girmeden bir örnek üzerinden gideyim:

Türkiye İşçi Partisi (TİP) İstanbul Milletvekili Ahmet Şık, Cübbeli Ahmet’in "selefilik" açıklamasını değerlendirdi: "Cübbeli Ahmet bile kalkmış selefilik konusunda uyarıda bulunuyor, iç çatışmaya gidecek. Çünkü Cübbeli Ahmet bir devlet ajanıdır zaten. Ona zaten birileri bunu söyletiyor. İslami itikadi bilgisiyle bir şey söylüyor ya da rakip tarikat ve cemaatleri eksiltme kaygısıyla söylüyor olabilir ama orada gerçekten çok büyük bir risk var. Tam da önümüzdeki gelecekte neyle kavga edeceğimizi bize anlatıyor" dedi.

Ahmet Şık’ın TİP’i Komünist düşünceye sahip ve ülkede çok az karşılığı olan bir parti.

Sürekli kaos ve karmaşa peşinde.

Halkı sürekli sokağa çağırıyor ki, bu şekilde sistem işlevsiz bir hale gelsin.

Cübbeli’nin Perinçek ile kanka olmasını, ultra faşist Ümit Özdağ’a destek vermesini eleştirebilir ve bunu onun ideolojik duruşuna bağlayabilirsiniz; ama bir anda üslubu değişiyor Ahmet Şık’ın.

“Orada gerçekten çok büyük bir risk var” diyor Ahmet Şık.

Risk ne peki? İç savaş ve kaos.

Zaten Ahmet Şık sürekli kaos ve karmaşa çağrısı yapmıyor, halkı sokağa çağırmıyor muydu?

Nasıl oldu da birdenbire “devlet” yerinde konumlandı ve riskten söz etmeye başladı?

“Tam da önümüzdeki gelecekte neyle kavga edeceğimizi bize anlatıyor” diyor.

Yani selefiler devlet için tehlikeli ise devlet karşıtı ve “devrim hayaliyle yaşayan komünistler” olarak siz neden bu kavganın tarafı oluyorsunuz?

Eğer meseleyi tiyatro ve üst akıl tarafından rollerin sürekli değiştirilmesi olarak anlamazsanız denklemin içinden çıkmanız zor.

Şimdi burada “Devrimciler ve politikacılar” arasındaki fark konusunda Arthur Koestler’den bir alıntı yapacaktım; ama sanırım bana ayrılan alanı aştım.

 

SEVGİ PITIRCIĞI SİLAHLARA KARŞI

Selahattin Demirtaş, birileri tarafından yeniden parlatılmak ve piyasaya sürülmek isteniyor.

Bir dönem çözüm süreci devam ederken PKK’nin her türlü şiddetini meşrulaştırıp askeri birliğin pusuya düşürülmesi konusunda “Orası PKK’nin bölgesiydi” açıklaması yapan Demirtaş, Çanakkale vurgusu yapıyor, çözüm odaklı mesajlar veriyor.

Bakın neler diyor:

“Evet, devlet de PKK de sorunu artık şiddet zemininin dışına çıkarmak zorundadır.

Ben mümkünse PKK’nin Türkiye’ye karşı silahları tümden susturmasını, bırakmasını isterim. Ancak ve ne yazık ki ortada iki temel engel var, bunları da herkesin bilmesi lazım.

İlki, Hükümet askeri operasyon dışında hiçbir seçeneği devreye koymuyor, tartışmıyor, silahta ısrar ediyor. Oysa biz PKK’nin ikna edilmesi gerektiğini savunuyoruz.

Burada da ikinci engel çıkıyor, o da İmralı tecrididir. Çünkü PKK’yi ikna edebilecek kişi Öcalan’dır, onu da yıllardır tecritte tutuyorlar.

Bu engellere rağmen PKK silahlarını susturursa bundan mutlu olurum. Ama deneyimlerimiz, bunun kolay olmadığını gösterdi maalesef.”

Hem masaya, hem İmralı’ya hem de Kandil’e mesaj veriyor.

Ama üslubundaki dikkat, tedirginlik ve özen dikkat çekiyor.

“PKK silahları sustursun” demiyor, diyemiyor da “susturursa mutlu olurum” diyor.

Tehlikenin farkında çünkü.

Mayınlı arazide dolaştığını biliyor.

Daha önce “Silahın devri geçti” diyen Osman Baydemir’e yönelik devreye sokulan “Ağız yırtma demokrasisi” ile yüzleşebileceğini biliyor.

Avrupa’ya aslında bir “sevgi pıtırcığı” olduğunu ispat etmeye çalışıyor, çünkü yaklaşan tehlikenin farkında.

Erdoğan’ın “İmralı’dakine hesap verecek” açıklamasından sonra yeni bir sürecin başladığını biliyor ve Amerika, Rusya, İran ve Suriye rejiminden yardım isteyen YPG gibi her tarafa mesaj vermeye çalışıyor.

Şu anda 6’lı masanın elinin güçlü olduğunu düşünüyor; ama Erdoğan’ın da daha elindeki kozların çoğunu kullanmadığını ve seçime kadar çok şeyin değişeceğini biliyor.

Satır aralarında sanki Erdoğan’a ve devlete “Ben de en az İmralı’daki kadar etkin olabilirim, tamam Öcalan etkisi var; ama ben de PKK’yi ikna edebilirim” demek istiyor.

Son cümle için “Çok fazla komplo teorilerine odaklandın” mı diyorsunuz?

Haklı olabilirsiniz.