• DOLAR 34.944
  • EURO 36.745
  • ALTIN 2979.98
  • ...

Yaklaşık 6 ay önce (27 Ocak) Necip Hablemitoğlu cinayetinin katil zanlısı Nuri Gökhan Bozkır, Ukrayna’da yakalanarak Türkiye’ye getirildiğinde birçok kişi umursamamış; ama özellikle ulusalcı-Kemalist kesimde tedirgin bir sessizlik hakim olmuştu.

Bu işin devamı gelebilir ve bizim gibi olayı uzaktan izleyenler pek farkında olmasa da işin ucu kendilerine kadar uzanabilirdi.

İşin garip olan tarafı ise akademisyen ve araştırmacı yazar olan Necip Hablemitoğlu’nun da bir Kemalist olması ve ulusalcıların bu cinayet üzerinden kendileri dışındaki herkesi hedef göstermeleri ve suçlamada bulunmalarıydı.

Ancak gözden kaçan çok önemli bir ayrıntı vardı ki, Necip Hablemitoğlu tabir yerindeyse “Arı yuvasına çomak sokmuş” ve birçok kesimi ciddi biçimde rahatsız etmişti.

Konu “Alman vakıfları” ve bunların Türkiye’deki faaliyetleriydi.

Dönemin Ankara DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel, "Alman vakıfları soruşturması" açmış ve 2002'de açtığı davanın iddianamesinde, Hablemitoğlu'nun "Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası" adlı kitabından alıntılara yer vermişti.

Hablemitoğlu bu kitapta, Alman vakıflarının Türkiye'de yasal olmayan çalışmalar yaptığını, etnik ve mezhepsel ayrılıkları körüklediğini ve altın madeni karşıtlarını finanse ettiğini savunuyordu.

Bunların yanı sıra Hablemitoğlu, işin büyük bir ekonomik tarafı bulunduğunu, TÜSİAD ve TESEV gibi kuruluşların Alman vakıfları ile işbirliği içinde olduğunu ve kapatılmaları gerektiğini söylüyordu. Hablemitoğlu’na göre bu kuruluşlar “casusluk” faaliyeti yürütüyor ve Türkiye’nin değil de “başka ülkelerin” menfaatlerini önceliyorlardı.

Alman vakıfları davası başlamadan 10 gün önce öldürüldü Necip Hablemitoğlu.

Hablemitoğlu bir ulusalcıydı ve bundan dolayı öldürülmesinde yaptığı çalışmaların etkisi olduğu düşünülüyordu. Yani oklar dış istihbarat örgütlerini ya da parayla iş yapan “kiralık tetikçileri” işaret ediyordu.

Ama Nuri Gökhan Bozkır getirildikten sonra işin rengi değişir gibi oldu.

Ve 8 Haziranda 9 kişi hakkında gözaltı kararı verildi. Haklarında gözaltı kararı verilenlerin hemen hepsi eski askerdi ve çoğu da “Ergenekon davasında” yargılanmış ve bir süre cezaevinde kalmışlardı.

Ama içlerinde bir isim vardı ki, oldukça önemliydi: Mustafa Levent Göktaş…

Askeri sicili ödüllerle dolu olan ve 2002’de MAK Alay komutanı olan Levent Göktaş, ulusalcıların öve öve bitiremedikleri bir isimdi.

Hatta ismi bir ara Hakan Fidan’ın yerine MİT müsteşarlığı için bile zikredilmişti.

“Karanlık oda”nın yazarlarından Barış Terkoğlu, Mayıs 2016’da şunları yazıyordu:

“Duyduğumda ilk tepkim "inanmıyorum" oldu.

Silivri Cezaevi'nden önümüzdeki dönemin MİT Müsteşarı'nın çıkacağı iddiasını çok uzak ihtimal görüyordum. Bu nedenle 5 yılı aşkın süre hapis yatmış Levent Göktaş'ın Hakan Fidan'ın koltuğuna oturacağı söylentisine inanmamıştım.

Yanılmışım...

Dün Sözcü'den Zeynep Gürcanlı da muhtemel isimler arasında onu işaret edince araştırmaya başladım.

Görüşmelere tanık olduğunu öğrendiğim bir ismi aradım.

"Levent Göktaş MİT Müsteşarı mı oluyor" diye sözü hiç dolandırmadan sordum.

"Bu ülkede ne olacağı belli değil" diye giriş yapsa da "ihtimali yüksek" yanıtını verdi.

Bir süredir, Cumhurbaşkanlığı kaynaklı isimler ile Göktaş arasında MİT Müsteşarlığı üzerine görüşmeler yapılıyordu.

Teklifin kimden geldiğini merak ettim. Göktaş'ın bu konuda bir talebi olmamıştı. Müsteşarlık teklif edilmiş, o da "belli rezervlerle" teklife olumlu yanıt vermişti.

Mesele daha da ilginç hale geliyordu.

Rezervin ne olduğunu merak ettim.

Kaynağıma göre; Göktaş "terörü bir yılda bitiririm" sözünü veriyordu, Cemaat'le mücadelede başarılı olacağını iddia ediyordu. Ancak "bu bir ekip işi, kendi ekibimi kurmama izin vermeleri lazım" diyordu. "Akademisyen" değil "operasyonel bir müsteşar" olmayı öneriyordu. (…)

Bir mesele daha vardı. Kasım 1998-Eylül 2000 arasında Şam’da askeri ataşelik yapmış, hayatının 2 yılını Suriye'de geçirmiş Göktaş'a göre Türkiye'nin huzuru Suriye ile barışmaktan geçiyordu. Yalnız Suriye değil, israil ya da İran'la da barışık bir politika izlenmek zorundaydı. Bir süredir bölge ülkeleriyle kavga eden politikayla, Göktaş'ın bakışı arasında fark vardı. Bu yaklaşımını kendisine teklif getirenlere de aktarmıştı.”

Aslında büyük ihtimalle ortada “MİT müsteşarını değiştirmek” diye bir gündem yoktu; ama gündem oluşturma ve manipülasyon uzmanı olan “karanlık oda” ekibi “kendi pişirdikleri haberi millete yedirme” çabasındaydı.

MİT müsteşarı olmak için “rezerv ileri süren” Levent Göktaş, bu meseleden sonra avukatlık yapmaya başladı.

Bu arada Levent Göktaş ismi Koç ailesinin damadı İnan Kıraç ve kara para aklama suçlamasıyla gündeme gelen SBK holding sahibi Sezgin Baran Korkmaz arasındaki ticari ilişkilerde gündeme geldi. Levent Göktaş, İnan Kıraç’ın avukatıydı.

Sezgin Baran Korkmaz bağlantıları ve açıklamalarıyla birçok kişiyi rahatsız etti; ama Levent Göktaş ve İnan Kıraç ile olan ilişkileri pek gündeme getirilmedi.

Levent Göktaş, ışıltılı sicile sahip bir asker, bir FETÖ mağduru, bir gazi, bir terörle mücadele kahramanı, bir hukukçuydu Ulusalcı-Kemalist kesime göre.

Ama işte Nuri Gökhan Bozkır alındıktan sonra “başka yönleri” de ortaya çıkmıştı.

Suçlamalara göre 2002’de MAK (Muharebe Arama Kurtarma) komutanı olan Levent Göktaş, ekibinden bazı kişilerle beraber Necip Hablemitoğlu’nu öldürmüştü.

Bu hem anlaşılması hem de kabul edilmesi zor bir şeydi.

Hablemitoğlu, FETÖ karşıtıydı ve ülkenin ulusal çıkarları için Alman vakıflarını ve onlarla entegre durumda çalışan iş adamları derneği ve TESEV gibi vakıfları hedef almıştı. Levent Göktaş da bir ulusalcıydı, Ergenekon’dan cezaevinde kalmıştı ve FETÖ ile mücadele etmek isteyen biri olarak lanse ediliyordu.

Yoksa aslında askeri kabiliyetlerini ülkenin çıkarlarını baltalamak isteyen istihbarat örgütleri için eylem yaparak, infazlarda bulunarak mı kullanıyordu?

Aslında arkadaşları yakalanmasına rağmen onun yakalanamaması önceden operasyonu haber aldığı şeklinde de yorumlanabilir ki, bu bağlantılarının “derinliğini” biraz daha artırır.

Öyle görünüyor ki, devlet çok şey biliyor ve bu da bazı çevreleri rahatsız ediyor.

Bu kez “ortalığı temizleme” görevi emniyetin eski istihbaratçılarından Bülent Orakoğlu’na verilmiş gibi.

Nasıl ki, Bülent Orakoğlu’nun yakın dostu Arif Doğan, doğru-yanlış bilgileri birbirine karıştırarak kafaları bulandırma görevini yerine getirdiyse, JİTEM’e yönelik tüm suçlamaları üstlenerek hedef saptırma yoluna gittiyse benzer işleri şimdi de Orakoğlu yapıyor.

Muhsin Yazıcıoğlu, Eşref Bitlis, Gaffar Okkan gibi isimlerin ortadan kaldırılmasında tüm suçu Levent Göktaş’ın üstüne yığarak bir dönemin kirli uygulamalarını unutturma, “kirli sicilini” temizleme yoluna gidiyor.

Hatta itirafçı ifadeleri ile dezenformasyonda daha da ileri giderek 2001’de Malatya’da düşen ve içinde çoğu özel harekatçı 34 kişinin öldüğü Casa tipi uçağın aslında Levent Göktaş tarafından düşürüldüğünü ve uçağın içindeki 20 kişinin “Gaffar Okkan suikastini” yapanlar olduğunu iddia etti.

Orakoğlu’na göre bu olayların tümünde emri veren FETÖ idi ve tümünde uygulayıcı da Levent Göktaş idi.

Yani “günah keçileri belirlenmiş” böylece bir dönemin tüm karanlık hesapları kapatılabilecekti.

Nasıl ki Arif Doğan her şeyi üstlendiyse ve ölüp gittiğinde tüm ekibini “pir u pak” halde bıraktıysa, yakın dostu Bülent Orakoğlu da “her şeyi” Levent Göktaş ve FETÖ üzerine yığarak “çevre temizliğine” devam ediyor.

Bu arada PKK itirafçısı Şemdin Sakık da bir ara “görev gereği” benzer şeyler söylemiş ve bu bağlamda “Yeşil” kod adlı Mahmut Yıldırım’ın da düşen Casa tipi uçakta ölenler arasında olduğunu iddia etmişti.

Tek merak ettiğim şey şu: Eğer Orakoğlu’nun söyledikleri bir “görevlendirme” kaynaklı ise diyeceğim bir şey yok, işini yapıyor. Eğer bir dönemin kendisinin de içinde olduğu “kirli bağlantılarını” örtme ve unutturma amaçlı ise söylediklerine “güvenlik bürokrasisinin” inandığını düşünüyor mu? Hükümet yanlısı bir gazetede bu dezenformasyona nasıl izin veriliyor?