Duvarlar ve dikenli teller
Duvarlar örmeye devam ediyoruz.
Batıda duvarlar yıkılalı çok oldu; ama bizde yeni duvarlar…
Savaşlar yetmedi, batı silah şirketlerini zengin etmek yetmedi, yeni programlar geliştiriyoruz coğrafyamızı şiddete teslim etmek için.
Zulmün Doğu`sunu, Batı`sını memnun etmek için çabalıyoruz.
Paramızı verdik, gelecek tasavvurumuzu ipotek ettik ve topraklarımız kendi kanımıza doyuncaya kadar attık bombaları.
Mutlu muyuz şimdi?
Huzurlu muyuz?
Eğer mutluysak içimizde bir şeytan idareyi ele almış demektir.
Öyle ya…
Evlerimizden olduk, şehirlerimiz harabeye döndü.
Birilerimiz bir diğerini öldürüp memleketinden çıkardığı için zafer kazandı.
Oysa hep birlikte kaybettik, kaybediyoruz.
Önce gönül kapılarımıza sonra da adına sınır dediğimiz; ama aslında başkalarının bizi ayırmak için belirlediği yerlere duvarlar ördük.
Oysa işgalciler duvar örmüştü önceleri.
Ruslar, Doğu Alman halkı komünizmden kaçmasın diye, Siyonist çete ise Filistinliler açık hava hapishanelerinde zulmün envaı çeşidini görsün diye duvarlar örmüşlerdi.
Yücelten kardeşlik sütunlarını öremediğimiz için “güvenlik “kaygılarımız oluştu ve duvarlar ördük.
Bombalardan, ölümlerden, yıkımlardan kaçanlara “devam edin, gidin” dedik.
“Sizin yüzünüzden iş bulamıyoruz” dedik, “sizin yüzünüzden kiralar arttı” dedik.
“Gidin” dedik evet, çünkü içimizden birileri siyasetini mazlumların gidişi üzerine kuruyordu.
Oysa Batıda onları dikenli teller, mülteci kampları, inanç ve çocuklarına göz diken gaddar Batılı karşıladı.
Giden bizdik, bin yıllık değerlerimizdi, fark edemedik.
Aşağılandık, hırpalandık, dönüşüme zorlandık.
Önce maddi varlığımız, sonra değerlerimiz eridi.
Kardeşlik bazen sislerin arasında yolunu kaybetti, bazen Akdeniz`in serin sularında gömüldü.
Küçük bedenler kıyıya vurduğunda en uygun görüntüyü yakalama derdine düştü fotoğraf sanatçılarımız.
Paylaştık fotoğrafları dünya ile ve ödüller kazandık, ilgi kazandık.
Senaristler, yapımcılar, müzisyenler harıl harıl acının en estetik biçimde resmedilmesi için çalıştılar.
Mazlumların acıları dünya ile paylaşılacaktı.
Batının paylaşacak bir değeri kalmamıştı, refahlarını ise paylaşmak istemiyorlardı.
Her şeye rağmen onları anlıyorduk.
Kuru, yavan, maddi ve ruhsuz bir dünyaları vardı ve paranoyakça baktıkları coğrafyamızdan şizofreniler ediniyorlardı.
Korkuları ete kemiğe bürünmüş ve kapılarına dayanmıştı.
Onları anlıyorduk.
Ama anlamadığımız, öldürmek için bombalara milyar dolarlar verirken, mazlumları yaşatmak için hiçbir çaba harcamayanların Müslüman isimleri taşımasıydı.
Anlamıyorduk.
Petrol denizinin ortasında açlıktan ölen çocukların varlığını anlamıyorduk.
Ama anlamadığımız, Cezayir ve Fas arasında bekletilen ve hiçbir yerin kabul etmediği mülteci kadınlar ve çocuklardı.
Kardeşliğimiz evini bulamıyordu.
Kardeşlik evimiz kayıp!
O yüzden bir Musa (as) çıkıp mazlumları Kızıldeniz kenarına götüremiyor.
O yüzden İbrahim`in (as) sesini duyamıyoruz.
Ama şunu da biliyoruz ki, her yıkılış bağrında yeni bir inşayı da getirir.
Gecenin en karanlık anı şafağa en yakın andır.
Ve Merhum İzzetbegoviç`in dediği gibi,
“Önce inanmak gerekir.”