Katolik-Ortodoks birleşmesi kötü mü?
Katoliklerin lideri Papa Franciscus İstanbul`u ziyaret etti.
Herkes ziyareti bir tarafından görmeye gayret etti.
Kimileri Vatikan`da kullandığı trilyonluk aracı görmezden gelerek burada kendisine tahsis edilen “mütevazı” aracı gündeme getirirken, kimileri de Erdoğan ile “Ak Saray”daki görüşmesine takıldı.
Entelektüelliği, hazırcevaplığı ve hoşgörüsü de gündem oldu tabii.
Tabii bir de Ortodoks Patriği ile yaptığı görüşmeler ve verdiği sıcak mesajlar…
Analizciler ve işin uzmanları hemen muhtemel bir Katolik-Ortodoks birleşmesi ve sonrasında ortaya çıkacak durumu tartışmaya başladılar.
Bir milyar Katolik ve 400 milyon Ortodoks büyük bir rakamdı ve bu birleşme birçok dengelerin değişmesine neden olabilirdi.
Pakistan, Afganistan, Irak, Suriye ve Yemen`de Şii-Sünni çatışması yaşanırken Katolik-Ortodoks yakınlaşmasını manidar bulanlar da vardı tabii.
“Hıristiyanlar birleşirken biz birbirimizi vuruyoruz” diyerek her zamanki gibi başkaları üzerinden kendilerini tanımlama garabetinde bulunanları da zikredelim.
Bana kalırsa bunlar hep yüzeysel bakışlar.
Bir defa Katolik-Ortodoks birleşmesi “Hıristiyanların birleşmesi” değil, iki gurubun birleşmesidir ve Hıristiyanlar arasında Katolikliğe, Protestanlığa ve Ortodoksluğa ayrı mezhepler değil “ayrı dinler” gözüyle bakılıyor.
Ortodoksluğun en güçlü olduğu yerin Rusya olduğu ve Rusya`nın şu anda Batı ile kavgalı olduğu göz önünde bulundurulmalı ve Rum Patriğin yaptıklarının Ruslar tarafından pek de sıcak karşılanmayacağı bilinmelidir.
Bir de “din” kavramının batılının hayatında ne kadar önem arz ettiğine bakılmalıdır.
Batılının hayatında “din”in pek yer tutmadığı, esas belirleyici unsurların para ve güç olduğu unutulmamalıdır. Batıda dinsizliğin “en büyük din” olduğu basit bir test ile ortaya çıkarılabilecektir.
Dinlerde farklı disiplinler arasındaki birleşme düşüncesinin dini duyarlıkların artması sonucu meydana gelebileceği herkesin malumudur. Dini değerlere duyarlı toplumlarda din belirleyici unsurlardan biri olur ve sosyal hayatta daha fazla görünür bir hal alır. Dinin emir ve yasakları konuşulur ve en hoşgörülü kişilerde bile duyarsızlara karşı içten içe bir tepki gelişir.
Din ya da mezhepler arasındaki birleşmeler dini hayatın canlanmasına yol açar. Gücün bilinçaltına yüklenmesi neticesinde yasal yolla yaptırımlara gidilmesi ve “günah” ile “yasak” kelimelerinin beraber kullanılması talebi yüksek sesle dile getirilir.
Birleşmelerin sonucunda dini hayat canlanır; ama bu arada birleşen gruplar arasında her zaman bulunabilecek taassup sahibi kimselerin ön plana çıkması beraberinde çatışmayı getirir.
Dini canlanma keskin uçları ve o da beraberinde çatışmayı getireceği için batı dünyası buna sessiz kalmayacaktır.
Batı buna hem hazır hem de istekli değildir.
Çatışmalı ve çekişmeli uzun bir tarihi tecrübe sonunda materyalizme dayanan bir pozitivist düşüncede karar kılmıştır Batı dünyası.
Tüm birleşmeler “kazan kazan” düşüncesinden kaynaklanmaktadır.
Batı felsefesi, teolojiyi bir araştırma konusu haline getirmiş, daha ötesini konuşmasına izin vermemiştir.
Kilise her türlü günahı aklama yeri olan bir dezenfektan istasyonu hükmündedir. Günah sektörünün kendini aştığı bu çağda verdiği kararlarla büyük paralara hükmeden kilise, en büyük ticari kurumlardan biridir.
O yüzden birleşme, esaslı değil sembolik bir aşamada kalacaktır.
Bunu bir tıraş gibi düşünün.
Bu tıraş, çıplak alanı daha da belirgin kılabilecek bir potansiyele sahiptir ve bundan dolayı güç sahipleri böyle bir şey ile karşılaştıklarında “bırak dağınık kalsın” diyecekler; ama bu arada dağınık kalan bir şey de kalmayacaktır.
Gelelim Müslümanlara…
Biz birleşme idealimizi ortaya koymadan önce “Ancak Müslümanların kardeş olduğu” ilkesini bir daha düşünmeli, yeniden yaşama geçirmeli ve üzerinde ısrarla durmalıyız.
Birleşmenin esaslarda olduğunu ve ayrıntıları dayatmanın kimseye fayda sağlamayacağını bilmeliyiz.
“Küçük olsun, benim olsun” anlayışının şeytani bir düşünceye dayandığı konusunda şüphe duymamalıyız.