HUSUMET MUHABBETİ ANLAMAZ
İstanbul Otogarının girişine yerleştirilen heykelle ilgili haberi okuyan herkeste sanırım şöyle bir kanaat oluşmuştur: “Tüm sorunlar çözüldü de sıra heykellere mi geldi?”
Batıcılığın şekillendirdiği zihin yapısını ve bunun çok derin köklerinin olduğunu tam olarak anlamadan meseleye hep böyle afaki bakarız.
Oysa cumhuriyetin kurulmasıyla beraber ortaya atılan “Muasır medeniyet seviyesine ulaşma” fikri yasal değişiklikler kadar eğitim, kültür ve sosyal değişimleri de kapsıyordu.
Batılılarla anlaşmalar yapılırken vaatlerde bulunulmuş, sözler verilmişti.
Evet, verilen bazı sözler vardı.
Tarihçi Mustafa Armağan, sosyal medyada şöyle bir paylaşımda bulundu:
“Ayasofya'yı müze yapma fikri İngiliz’indi.
Yani diplomat Sir Thomas Hohler'in
(15 Mart 1871—23 Nisan 1946)
1919 Paris Barış Konferansında formüle ettiği fikir M. Kemal tarafından 15 sene sonra hayata geçirilecekti.”
Bu fikir dönemin şartları gereği gizli tutuldu. Uygun ortamın oluşması için zaman geçmeli ve tasfiyelerle zemin hazırlanmalıydı.
Mustafa Armağan sürecin nasıl işlediğini de dönemin gazetesinden alıntılayarak şöyle anlatmış:
“Nitekim 5 Eylül 1936 günü Ayasofya Camii'ni ziyaret eden İngiltere Kralı Edward şu sözlerle aferin, iyi yoldasınız demişti:
"Ayasofya'nın camilikten çıkarılarak müze haline getirilmesi çok isabetli bir harekettir."
Ve Kral, müze yapma kararını TAKDİR BUYURMUŞ!!”
1930’lu yıllar “Tek parti”nin gücünün zirvesinde olduğu yıllardı.
Muhalifler “farklı yollarla” tasfiye edilmiş, hukuki anlamda hiçbir değeri olmayan istiklal mahkemeleri, idam kararlarıyla “caydırma” görevini yerine getirmişti.
Teorisyenlerin ortaya çıktığı, Kemalizm’in hangi fikirler üzerine oturduğuna dair eserlerin hazırlanmaya başladığı dönemdi.
Buyurun size İslam kültürüyle yoğrulmuş topraklardan dehşet verici bir örnek:
“Muhammedin koyduğu esasların toplu olduğu kitaba Kur’an denir. Bu esasları ihtiva eden cümlelere Ayet, Ayetlerden mürekkep parçalara da Sure derler. İslam an'anesinde bu ayetlerin Muhammed’e Cebrail adında bir melek vasıtasıyla Allah tarafından vahiy, yani ilham edildiği kabul olunur.
Tarihi noktai nazardan da mütalea edildiği zaman görülüyor ki: Muhammet birdenbire Allah’ın Resulüyüm diyerek ortaya çıkmamıştır. O, Arapların ahlak ve adetlerinin pek fena ve pek iptidai ve ıslaha muhtaç olduğunu anlamış, bunları ıslah için tenha yerlere çekilerek senelerce düşünmüş ve yıllarca tefekkürden sora kendisinde vahiy ve ilham fikri doğmuştur. Vahiy, ilham fikri Muhammed’den evvel de Araplarca meçhul değildi. Bütün iptidai kavimler gibi, Araplar da, şairlerin, akıl erdiremedikleri kuvvetlerden ilham aldıklarına inanırlardı.” (Tarih 2, 1931, İstanbul Devlet Matbaası, s,90)
Devlet politikası olarak hazırlanan ve okullarda okutulan ders kitaplarından birinden bir alıntı… Tarih 1931…
Kur’an’ın Hz. Muhamed aleyhissalatu vesselam tarafından yazıldığını iddia etmek pespayeliği…
İslami olarak bir şey ifade etmeyen, karalama amaçlı bu çalışmanın “beslenme kaynakları” da belirtilmediği için ahlaki bir düşüklüğü ifade eden bir tarafı da vardır. Besleme ve devşirmelerin orijinal bir şey söyleme ve bulmalarına imkan yoktur, çünkü göbekten bağlı oldukları yerler buna imkan tanımaz.
Aslında kaynak genel anlamıyla “muasır medeniyet seviyesi” denilen, ilmi bir değeri olmayan, kin ve nefretle yazılmış batılı yazarlar ve müsteşriklerdir.
Merhum Cemil Meriç, bunu deşifre etmekte ve maskeleri düşürmektedir.
“Haçlı Seferleri’ni kışkırtanlar, önce İslâmiyet’i karalamak isteyeceklerdi. Kaldı ki putperest Avrupa, İslâmiyet kelimesini telaffuz etmekten büyük bir titizlikle kaçar. Avrupalı için, yakın zamanlara kadar, İslâm yoktur Muhammedîler vardır. Kur’an Allah’ın kelâmı değil, Muhammed’in eseridir. Mesela Osmanlı tarihini kendisinden öğrendiğimiz Hammer, “Muhammedîler Kur’an’ın Kelâmullah olduğuna inanır, biz de aynı kesinlikle Muhammed’in kelâmı olduğuna” der. Barthelemy Saint-Hilaire gibi bir allâme aynı sakat hükmü, “İslam dininin en vakur, aynı zamanda en sahih âbidesi olan Kur’an, Muhammed’in şahsî eseri...” diye tekrarlayacaktır.”
Ne batılılar ne de batıcılar dürüst davrandılar ve gerçekten anlamak için bir çabaya girişmediler.
Zaten durdukları yer itibariyle devasa İslam Kültürünü anlamaları da zordu.
Yine Cemil Meriç’in veciz ifadesiyle bitirelim:
“Şirk, tevhidi; müşahhas, mücerredi; husumet muhabbeti anlayabilir mi?”