• DOLAR 34.944
  • EURO 36.745
  • ALTIN 2979.98
  • ...

Salgından korunmak için evlerine çekilen insanımızın kimi kitap okuyarak vaktini değerlendirirken, kimi de can sıkıntısından elinde televizyon kumandası, ha bire kanalları zaplayıp kendince gündemi takip etmeye çalışmaktadır. Kovid- 19 salgınını gündemimizin başköşesine koyunca sabah akşam bunun haberiyle yatıp kalkmaya başladık. Bu süreçten ders almış akıl sahiplerinin ihtida edip hakka yöneldiğine şahit olurken, ehli imanın bu musibete Kur'an nazarıyla bakmaması imtihanımızı biraz daha da ağırlaştırmaktadır.

Özellikle Hz. Peygamber(s.a.v) ya da bir İslam büyüğünün bu hususta ne buyurduğu, ne söylediğine bakmadık. Mesela Hz. Ali(r.a): "Belâ esnasında sızlanmak, sıkıntıyı daha da artırır." buyurmuşlardır. Aba ehli yüce şahsiyetin musibetler karşısında; "Sızlanmanın, sabretmekten daha yorucu olduğu" sözlerini de aklımızın bir köşesine yazıyoruz. Sürecin ruhuna muvafık düşer niyetiyle yazımı bir öyküyle pekiştirmenin daha faydalı olacağına inanıyorum.

Mevsimlerden kış, aylardan ocaktı. O günlerde ülkede her şey "normal" görünüyordu. Ancak yağışlar ve fiyat artışları mevsim normalinin üzerinde seyrederken; erkekler her zamanki gibi gündüz işinde, akşam televizyonun önünde; çocuklar okulunda ve kadınlar da ya mutfakta ya da bir komşu ziyaretlerindeydi. Yani 'keyfe ma yeşa' anlayışı üzerine bina edilmiş hayatları devam ediyordu...

Ta ki sabaha kadar... Evet, o sabah gelen bir mektup herkesin hayatını alt üst etti ve ağız tadını bozdu. Ülkede istinasız herkese, hem de isimleri zarfın üstünde yazılı olarak aynı mektup geldi. Posta kutularında, kapı altlarında hep o mektup vardı. Öyle bir mektup ki en ücra köydeki insanlardan tutun büyük şehirlerin mutena semtlerinde yaşayanlara; en fakir işsizinden en büyük holding patronuna; en küçük memurundan devlet başkanına kadar herkese gönderilmişti ağızların tadını bozan bu mektup.

Sabah kalkıp da posta kutusuna bakan insanlar zarfı gördüklerinde merak, mektubu okuduklarında ise korku içinde kalmışlardı. Tek bir kelime okuyabilmişlerdi mektupta: "Öleceksin!..." Aile sohbetlerinde ve dost meclislerinde gündem konusu artık hep bu mektuplardı. Oysa ki insanlar ilk zamanlar bunu bir dost şakası zannedip geçiştirmişlerdi. Ancak bu mektubun başkalarına da geldiğini öğrenince, bu işin arkasında kimin/kimlerin olduğunu merak etmeye başladılar.

Ertesi sabah herkes başka bir mektupla daha karşılaştı... Bu defa kelimeler farklı ama mesajlar aynıydı: Mektupta; "Sonun yaklaşıyor!" yazılıyordu. Bu tehdit cümlesi karşısında korkuları daha bir derinleşen ve çaresizlikleri pekişen insanların canlarına kim veya kimler kastetmiş olabilirdi? Hem biz kimlere kötülük ettik ki başımıza bunlar geldi. Öyle ya... Bu endişeler içinde uzun geceler geçirdiler ve hayatları zehir oldu. Her şey tamam da ertesi sabah da aynı mektupla karşılaşıp karşılaşmayacaklarını düşünüyorlardı. Korktukları başlarına gelmişti. Mektuplar kesintisiz gelmeye devam ediyordu. Üstelik tehdit kokan bir üslupla yazılmıştı.

Mektupların her birinde ya "Adımlarına dikkat et" ya "Sıra sana da gelecek" ya da "Yaptığın her şeyin hesabını vereceksin" gibi bariz ifadeler yazılıyordu.

Bu tehdit mektupları için devlet ricalinin tamamı ayaktaydı, kapalı kapılar ardında üst üste toplantılar yapıldı. Mektupların kaynağı konusunu enine boyuna masaya yatıran istihbarat birimleri, durum karşısında çaresiz kaldıklarını ilan edip teslimi silah ettiler. Çünkü mektupları kimin ya da kimlerin koyduğuna dair tek bir fikirleri yoktu. Sıkı denetimlere rağmen liderlerin evlerine kadar bu mektupların nasıl ulaştırılabildiği konusu da medyada hararetle tartışılıyordu. Elhasıl bir KHK'yla, üst düzey yöneticilerin koruma sayısı üç katına çıkarıldı.

Yetkililer, ölümden duydukları korkuyu gizlemeye çalışmak adına ekranlarda ülkelerinin bir süper güç olma yolunda ilerlediğini, büyüme hızının şu kadar olduğunu, herkesin devletine güvenip geleceğe ümitle bakması gerektiğini anlattılar. Omuzu kalabalıklar ise, verdikleri sert demeçlerde ordunun her türlü iç ve dış düşmana karşı hazır ve nazır olduğunu; dünyanın en disiplinli ve en güçlü ordusunun kendileri olduğunu; halkın kendilerine duyacağı güvenle rahat içinde uyuyabileceğini söylediler.

Oysaki aklıselim düşünen, bu mektuplarla tehdit değil ikaz edildiklerini, korkutulmak değil uyandırılmak istendiklerini anlamışlardı. Diğerleri gibi mektupları suçluluk duygusuyla okuyup sadece "öleceksin" gibi sözlere takılmadılar; meraklı ve cesur gözlerle bu mektuplarda şefkat dolu mesajların var olduğunu görebildiler.

Mektuplardaki şiddetli ikazların aslında sevgi ve şefkatten ileri geldiğini keşfettiler. Bu yüzden ölümü kendi aralarında korkmadan ve çekinmeden konuşabildiler. Attıkları adımlara dikkat edip hesabını veremeyecekleri şeyler yapmamaya çalıştılar. Zillet ve korkulu bir sarhoşluk yerine, merdane ve cesurane bir uyanıklık halini tercih ettiler. Hem onlar, en güçlü silahların bile karşısında aciz kaldığı kâinatın sahibine dayanıp ölüme meydan okuyabildiler.