• DOLAR 34.7
  • EURO 36.773
  • ALTIN 2961.89
  • ...

Gücün doğasında yayılma ve hâkim olma arzusu/ istidadı vardır. Uluslararası ilişkiler ve siyaset biliminde buna “Animus Dominnandi- Egemen Olma Arzusu” denilir. Bu arzunun kuvveden fiile geçebilmesi için güç dağılımının iyi analiz edilmiş olması gerekir. İki büyük dünya savaşına sebep olan batılı ülkeler, dönemlerindeki güç dağılımını nakıs analizlerle ele aldıkları için birkaç ülkeyle sınırlı kalması gereken ateşi tüm dünyaya yaydılar.

Ne yazık ki bugün iki dünya savaş öncesi yaşanan gerginlikler, kutuplaşmalar ve öfkeler fazlasıyla birikmiş durumda.

Jeolojideki fay hatları gibi siyasette de gerilimli fay hatları bulunur. Bunların en tehlikelisi de aşırı güçlenen bir veya birkaç ülkenin etkin alanı arayışına girmeleridir. Bu arayış mevcut statükonun değişmesi anlamına geleceğinden başta “SİSTEMİN” hakim güçleri olmak üzere yükselen ülke(ler)in komşuları tehdit algısıyla teyakkuza geçerler.

1. ve 2. Dünya savaşlarının öncesi incelendiğinde bu tezin doğruluğu saptanır.

1. Dünya savaşından önce ulusal bütünlüğünü tamamlayıp ağır sanayi ve endüstri hamlesiyle olağanüstü güçlenen Bismarck`ın Almanya`sı; bir yandan yeni sömürgelerin hayalini kurarken bir yandan da komşusu Fransa`nın demir-çelik ham madde kaynağı Al Şaloron bölgesi başta olmak üzere doğu Avrupa ve Balkanlara yayılma arzusu bütün ülkelerin alarm durumuna geçmelerine yol açıyordu. Bu çerçevede hız kazanan silahlanma ve bloklaşma furyası gerginliğin katlanmasını tetikliyordu.

Eller tetikte beklerken 28.06.1914 günü Avustralya-Macaristan veliaht Prensi Arşidük Ferdinand ve eşi, Saraybosna`da bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülünce tüm ülkeler daha önce kararlaştırılmış (gibi) bir hızla birbirlerine savaş ilan ettiler. Kısa bir süre sonra savaş Asya ve Afrika`ya yayılarak bir dünya savaşı halini alır.

2. Dünya savaşına giden yolun birincisinden hemen hemen hiçbir farkı yok sayılır. İngiltere ve ABD`nin başını çektiği itilaf (Antant) devletlerinin mutlak teslim şartlarıyla pasifize etmeye çalıştığı ülkeler ile yine olağanüstü güçlenmiş olan Rusya, Japonya gibi ülkelerin yeni bir “paylaşım” konusunda dayatmaya gitmeleri gerginliklerinin startını bir kez daha veriyordu.

Almanya`nın Versay Antlaşmasını çiğneyip hızla silahlanması, İtalya`nın kara kıtada yeni topraklara göz dikmesi, Japonya`nın pasifikte işgal (Mançurya–Çin…) atraksiyonlarına girişmesi, Rusya`nın devasa askeri gücünü Baltık ve doğu Avrupa`da sahneye sürme çabaları 2. Dünya savaşının yaklaşan ayak sesleri idi.

Her şey bir prensin öldürülmesiyle başlamış gibi görünse de şartlar önceden fazlasıyla hazırlanmıştı. Prensin vurulması birbirine diş bileyen güçlerin eline bekledikleri fırsatı vermişti o kadar. 

Bugün 2. Dünya Savaşının üzerinden 71 yıl geçmiş, birincisinin ise 98 yıl. Ancak içerisinde bulunduğumuz siyasi atmosfer ilk iki savaş öncesinin koşullarına bire bir uyduğu için korkutuyor.  Nerdeyse bütün analistler ve think- tank kuruluşları bu gerginliğinin hayra alamet olmadığı konusunda hemfikirler. Başta Asya-Pasifik, Ortadoğu ve Baltık`lar olmak üzere dünyanın birçok noktasında önü alınamayan gerginlikler baş göstermekte.

Dün bu gerginlikleri bir dünya savaşına çevirmek için fitili ateşleyecek bir olay aranıyordu, prensin vurulması bu iş için bahane oldu. Bu gün de biraz daha kemale doğru evrilen insanoğlunun aklıyla hareket etmediği ortadadır. Tarih buyunca yapageldiği gibi küçük ve basit çıkarları uğruna tüm dünyayı ateşe vermekten çekinmeyecek düzinelerce kurum ve ülke bulunuyor.

Bu noktada, Müslümanların küçükten büyüğe (STK, örgütlü yapı, cemaat ve devlet olarak) yekvücut olmanın yolarını aramaları artık hayatiyet arz etmektedir. İki dünya savaşında olduğu gibi her parça kendi tarafına farklı bloklarla işbirliğine giderek hedeflerine uluşmaya çalışırsa; hem oluk oluk akacak olan Müslümanların vesair insanların kanlarından sorumlu olacaklar, hem de zayıf taraf oldukları için ne hedeflerine ulaşabilecek ne de verilen sözlerin yerine getirilmesini sağlayabileceklerdir.

Bundan dolayı ne yapıp edip İslam (ülkelerin) birliği için daha fazla çaba sarf edilmelidir. Nihai kertede ne AB ne de Şangay blokları İslam ülkelerine arzulanan değerleri sunmayacaklardır. ­