SURİYE SATRANCINDA TÜRKİYE-İRAN İLİŞKİLERİ NEREYE?
Suriye`deki iç savaş, halkının savaşı olmaktan çıktığı gibi, bölgesel güçlerin (TC – İran – Suudi) kontrolünden de çıkmış durumda.
Suriye konusunda birbirleriyle çekişen ve çeşitli örgütler üzerinden katı bir vekâlet savaşı veren bölge ülkeleri insiyatifi ABD –Rus ikilisine devretmiş durumdalar.
Bölgesel güçlerin iki ucu olan Türkiye ve İran, Suriye girdabında nihai belirleyici aktör olamadıkları için ikisi de karşı kutuplarda görünen (!) büyük güçlere dayanmış durumdalar. Ancak trajik biçimde ikisi de yeni partnerlerinin küçük ortakları olmayı kabullenerek olası kazanımlarından feragati onaylamışlardır.
İran: Azerbaycan, Afganistan, Yemen, Irak, Suriye, Lübnan, Bahreyn gibi ülkelerdeki güç birikimiyle idari hâkimiyet alanları oluşturmaya çalışırken, mevcut gücünün tüm coğrafyayı dizayn etmeye yetmeyeceğini anlaması uzun sürmedi. Bu nedenle “Avrasya Bloğu” diye adlandıran Rus – Çin güvenlik şemsiyesine ihtiyaç duydu. Tabi ki bu güvenliğin bir bedeli de olacaktır.
C.B Erdoğan`ın “İran`ın adeta bölgeyi domine etmesine kayıtsız kalınamayacağı” şeklindeki açıklaması Türkiye`nin sahada görüneceği anlamına gelmekte idi... Her iki taraf da vekâlet savaşını (neredeyse) alenileştirirken İran`ın milisleri ve seçkin komutanlarıyla sahaya bil fiil inmesi, Türkiye`nin de önce Başeka`da (K. Irak) sonra, Katar ve nihayet Fırat kalkanıyla kendini göstermesine yol açtı.
Türkiye ve İran: Suriye ve Irak denklemlerinde hamle üstüne hamle yaparken, Suudi Arabistan`da Yemen ve Bahreyn`de İran`ın önünü almaya çalışmaktadır.
Yaşanan bu kutuplaşmalar ve İslam düşmanlarının müttefik kılınarak Müslüman kanı akıtılması günümüze has olaylar değil elbet. İslam tarihinde Tavaifü-l Mülük dönemi ile başlayan bu süreçte Müslüman idareciler tac-ü taht hırsıyla bazen İslam düşmanlarını davet etmiş, bazen onlarla birlik olup başka bir İslam devletine saldırmış, bazen de onlara yol açarak rakip gördüğü İslam Devletinin zayıflatılmasına göz yummuşlardır.
Endülüs`ün kaybedilmesi, mağripte fitne ateşinin sönmemesi, Anadolu ve Şam`da Haçlıların hâkimiyetleri Doğudan Moğolların ilerleyerek İslam diyarını çiğnemeleri… Rusların Kafkasya ve Türkistan`da Müslüman Hanlıklara boyun eğdirmesi gibi tarihi gelişmelerin tümünde Müslüman idarecilerin nefsani dünyevi hırslarla hareket etmelerinin etkisi vardır.
Bu günün dünden tek farkı, dün hanedan isimleri için mücadele ediliyordu, bugün ise ulusçuluk ve mezhepçilik taassubu ile bir birinin kuyusu kazılıyor.
Elbette hangi lidere ve ülkeye sorulsa kendini temize çıkarmaya çalışacak, nice argümanlar sunacaktır. Ümmetin hal-i pür melali bu iken, nefsin kendini suçlaması beklenmemeli elbet:
“Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefs aşırı derecede kötülüğü emreder.”
Geriye dönüp bakıldığında; İran`ın, periferisinde bulunan Suriye`yi Batı bloğuna kaptırmak istememesi ve Suriye üzerinden İsrail`i sıkıştırmaya çalışması gibi argümanlarının tümüyle berhava olduğu, görülür. İran`ın zararı bununla sınırlı değil elbet: İslam dünyasında kazandığı şöhretin yerini öfke ve soru işaretleri almıştır ki bu onun en büyük kaybı olacaktır.
İran, sahip olduğu dinamik fikri ve askeri gücünü ümmet içinde kullanmakla onarılması güç, tarihi bir hataya imza atmış oldu.
Burada; İran`ın güç zehirlenmesi yaşadığını söyleyerek geçiştirilemeyecek kadar derin bir arka plan olduğu görülmektedir.
İran mezkûr ülkelerdeki Şii nüfus üzerinde doğal bir nüfuza sahip olsa da işi silahlı direniş / saldırı düzeyine taşımış olması bir hayli ilginçtir. Üç bin yıllık devlet aklına sahip olmakla övünen İranlı bazı yöneticilerin “5 başkentli bir Fars imparatorluğu hayalini “kurmaya başlamalarının sebepleri sorgulanmadı. Ayrıca (sanılanın aksine) Batı bloğunun, Şii ülke ve hareketleri görmezden gelerek bir blok oluşturmalarına ortam sağlaması da sorgulanmalı.
Bununla birlikte İran ve bileşenlerinin (zahiren de olsa) bir mezhep girdabına sürüklenmelerindeki ana sorumlu yine (Vahhabi) Suudi yönetimidir. Tüm varlık amacı Şii düşmanlığı olan bu yönetim bütün Ortadoğu`da istihbarat savaşına girişmiş her tarafı ihtilale vermiştir. Nihayet 2009 yılında Suudi istihbarat şefi Prens Bandar “Ortadoğu`da İran istihbaratına yenildiklerini itiraf etmiştir. Bundan sonra da “zor oyunu bozar!” denilerek yeni yöntemler devreye sokulmuştur.
Bu tahlillerde gayemiz herhangi bir ülke veya mezhebi tenkit veya tahkir değil sadece yaşananların objektif tespit ve analizidir. Öyle ki en büyük derdimiz olan “Ümmetin maslahatı” yolunda hakikate yardımcı olmaktır. “Ümmetin maslahatı her türlü maslahatın, çıkarın üstündedir.”
Yemen`deki Zeydi Husilere güç yetiremeyen Suudi, içerisinde İsrail`in de bulunduğu geniş bir Körfez/Arap koalisyonu kurdu. Ancak bu oluşum da istediği neticeyi sağlayamayınca Türkiye`nin askeri gücünü Körfeze çekmeye ve hatta topraklarında bir üs kurmasına yeşil ışık yaktı. Bu son hamleleri Suudi`nin içe kapanması ve görece savunma pozisyonu alacağı anlamına gelmektedir.
Türkiye`nin Suriye hamlesine gelince; bu operasyon her ne kadar darbe girişimi sonrasına rastlayıp, hem askerin moral motivasyonu hem de meşgul edilmesi yönleriyle önemli olsa da birçok riski barındırmaktadır.
Öncelikle; bu operasyon ABD – Rus ve İran ile yapılan ikna çalışmaları neticesinde gerçekleştirildiği için bu ülkelerin tesirlerine açık olup 90x40 km ebatındaki alanla sınırlı tutulmaya çalışılacaktır. Türkiye`nin olası yeni hedefleri özellikle Rus – İran ikilisinin çıkarlarıyla çatışacağı için yeni sorunlara yol açacaktır.
Ayrıca “Türkiye`nin Suriye`de büyük bir tuzağa çekildiği” şeklindeki tespit, entellektüel şehvetle savrulan şovenist sloganik söylemlerin arasında duyulmayacak kadar cılız çıkmaktadır. Oysa bu ihtimal ileriye dönük risk hesaplamalarında dikkate alınmalıdır. ABD`li siyaset bilimci G.T. Allison`un geliştirdiği “Tukidides Tuzağı” tezi bölgedeki gelişmelere uyarlandığında endişelenmek için sebeplerin arttığı görülür. Bu teze göre; yükselişte olan bir gücün aynı bölgede etkin diğer bir devlette korkuya sebebiyet vermesi savaşı kaçınılmaz kılıyor.” Hatırlanacağı gibi Peleponnes savaşı da Atina şehir devletinin aşırı güçlenmesini tehdit olarak algılayan Sparta`nın korkusundan kaynaklanmıştı.
Türkiye ve İran`ın Ortadoğu satrancındaki karşılıklı hamleleri her ne kadar sağduyu çerçevesinde gerçekleştirilse de dış güçlerin ve siyonistlerin boş durmayacağı bir gerçektir.
Tarihi Peleponennes savaşlarından sonra iki güç zayıflamış, bilahare etkilerini yitirmişlerdir. Aynı durumun Türkiye ve İran`ın başına da gelmemesi için bazı soruların doyurucu cevapları bulması gerekir.
Bu soruları kısaca şöyle zikredebiliriz:
- Şii kuşak, Batı Bloğu tarafından bilinçli olarak mı oluşturuldu veya güç kazanmasına göz mü yumuldu? Nitekim Graham Fuller`in Ortadoğu ile ilgili kitabında böyle bir kuşağın gerekliliğine değinilmiştir.
- Türkiye`nin “Güvenli Bölge” hedefinin amacı tüm Kuzey Suriye mi? Öyleyse burada Türkmenlerin fonksiyonu ne olacak?
- Türkiye ve İran`ın mutabık oldukları tek konu olan “Suriye`nin bütünlüğünü sağlamaya güçleri yetecek mi, bu hedef ikisini ne kadar yakınlaştıracak?
- TSK, Suriye`de kalıcı olmazsa ÖSO alınan bölgeleri koruyabilecek mi?
- TSK`nın güneye ilerlemesi halinde; Şii milisler ve rejim güçleriyle karşılaşılması halinde alınacak tavır belirlenmiş mi iki ülke durmaları gereken sınırları belirlemişler mi?
- Fırat kalkanı operasyonunun 24 Ağustos (Mercidabık seferi) gibi sembolik önemi olan bir güne denk getirilmesi kimlere ne mesaj vermektedir?
- DEAŞ sonrası etnik ve coğrafi dağılım için ikili görüşmeler yapıldı mı, yapılmadıysa her bir taraf kendi projesini berikine dayatacak mı?
Bunlar gibi sorulara aydınlatıcı cevaplar bulunmadıkça, Suriye vak`ası derin ve güçlü bir girdap gibi yaklaşan her şeyi içine çekmeye devam edecektir.
Hûlasa; Türkiye ve İran son altı yıldır yapageldikleri hatalardan ders alıp yoğun, dinamik ikili diplomasiye ağırlık vermeli ve Ortadoğu düzlemindeki sorunlara net cevaplar geliştirmelidirler.
Yoksa (maazallah), Kissenger`in mey`um temennisi bir daha gerçekleşmiş olur: O;
“it`is pity they both can`t löse (ikisi de kaybetmese yazık!)” der.