• DOLAR 33.997
  • EURO 37.847
  • ALTIN 2820.797
  • ...

Türkiye ekranlarında mangalda kül bırakmayan milliyetçi devrimcilerden geçilmiyor.

Ekran ekran gezip siyonist işgal rejiminin vahşetine karşı yapılan saldırıları ‘danışıklı dövüş’ olarak anlatan yorumcuların sesi kulakları tırmalarken bir yandan da ‘Ne yaparsa Türkiye yapar!’ havası ısrarla işleniyor.

Doğrusu, Türkiye isterse Siyonist vahşete karşı çok şey yapabilir.

Ancak bugüne kadar ciddi bir yaptırım dahi görülmediği için herkes sükut-u hayal ile gelişmeleri takip ediyor.

Devletin en üst yetkilileri, ateşkes ve iki devletli çözüm vurgusu ile devamlı uluslararası hukuka vurgu ve bağlılıklarını anlatıp durmakta ve işlenen soykırıma karşı kayıtsız ve tarafsız olmadıklarını defaatle belirtmekteler.

Ama insan, bu söylemlerin toplum nezdinde ciddi bir karşılık bulmadığını rahatlıkla görebiliyor.

Birçok insan devletin söylem dışında herhangi bir atraksiyonda bulunmamasını tamamıyla sembolik söylem olarak değerlendirip ‘Neden ciddi hiçbir adım atılmıyor?’ sorusunu soruyor.

Tabii bu soruyu sormayıp günlük yaşamında sıradanlaşan insan sayısı daha fazla.

Devlet Gazze ve Güney Lübnan’da yaşanmakta olan insanlık dışı vahşetin kendisi için de ‘Ulusal Güvenlik sorununa’ dönüştüğünü söylemesine rağmen buna karşılık hiçbir adım atmayınca vatandaşın algısında da hiçbir değişim olmamaktadır.

Nitekim gerçekte bu algının tam anlamıyla oturduğu hallerde yüz binlerce insanın bayraklarla sokaklara inip yeri göğü inlettikleri görülmesine rağmen siyonizmin yayılmacı politikasına karşı insanların sokağa inmemesi ilginç değil mi?

Hatta bir avuç Filistin sevdalısının yoğun bir mesaiyle etkinlikler düzenlemeleri ve toplumda Filistin bilinci oluşturma çabalarının geniş halk kesimlerinde karşılık bulmaması daha da ilginç değil mi?

Oysa devlet erkanı devamlı surette soykırımcı siyonistler aleyhine keskin söylemlerde bulunuyor.

 Cumhurbaşkanı Erdoğan, Partisinin Rize İl Teşkilatı toplantısında yaptığı konuşmasının bir yerinde şöyle seslendi:

“Biz nasıl Karabağ'a girdiysek, nasıl Libya'ya girdiysek bunun benzerini aynen onlara da yaparız. Yapmamak için hiçbir şey yok.  Sadece biz güçlü olmalıyız ki bu adımları atalım.”

Yaklaşan ‘3. Dünya Savaşı’ söylemleri gölgesinde böyle bir tehdidin seslendirilmesi umut verici olduğu kadar hayreti muciptir de.

Bu söylemlerin samimiyet testi elbette ki sokaktaki vatandaşın algısı ve duyarlılığıdır.

Pazar günü sabah namazında Gazze’deki vahşetin sona ermesi ve mazlumlar için dua etmek üzere bir camide dua etmek istedik.

İmam ve Müezzine daha önceden haber verilerek bu konuda dua etmeleri rica edilmişti.

Programdan Emniyet güçleri de haberdar olmuş(!) ve camilerin önünde sözüm ona ‘Güvenlik amacıyla’ yoğun tedbir alınmıştı.

Sabah Namazında cami cemaatinden daha büyük bir kalabalıkla cami önünde konuşlanan polisi gören vatandaş hem şaşırmış hem de ürkmüştü.

Normal zamanlarda bir sorunla karşılaşsan aradığın halde intikal etmeyen polis, imam ve cemaatten çok önce gelmiş ve yerini almış halde bekliyor.

Bu kalabalık güvenlik tedbiri vatandaşı olduğu kadar imamı da tedirgin etmiş olmalı ki; alel acele namazı kıldırıp her zamanki mutat duaları ve sureleri de okumadan apar topar camiden adeta kaçarcasına çıkıp gidiyor.

Hatta dua etmek için gelen onlarca insanın üzerine lambaları da sündürüp karanlıkta bırakarak.

Birbirinden ilginç manzaralar bunlar.

Herkesten önce gelen polis gücü ve Gazze için dua etmekten bile ürken cami imamı.

Haliyle insan sormadan edemiyor; Erdoğan’ın (haklı ve güzel tespitlerle) üst perdeden konuşmalarına rağmen kendi ülkesinin polisinden ürkerek Siyonist zalimleri lanetlemekten korkan insanların, imamların, öğretmenlerin, kamu personelinin olması ilginç değil mi?

ABD Kongresinde terörist Netanyahu 58 kez ayakta alkışlanmışken, bir kısım Müslümanın Gazze için Dua’dan bile sarf-ı nazar etmesi safını belirleme açısından önemlidir.