“Çözüm diyoruz; ama sorunu tanımlayamıyoruz”
Kime, neye, neyle ve nasıl tepki vereceğimizi şaşırdık.
Gerçi, tepki dediğime bakmayın. Tepkiden kastım; bir soruna bakış açısı sunma ve çözüm geliştirme yetisidir.
Akli fonksiyonlarını yitirmiş, plan ve program tanımayan, esen rüzgara göre sürekli taklalar atan, şekilden şekle giren, freni tutmayan, bakış açısından mahrum, ilke ve duruştan mahrum bir anlayış tepeden aşağı topluma sirayet etmiş durumda.
Yüzlerce yıllık sorunları hala okuyamayan, okuması mümkün olmayan, okumaya çalışmanın sakıncalar barındırdığı ve cezalandırılabildiği, vaveylalar koparıldığı kör, sağır ve dilsiz anlayışlar!
Dine söver, Allah nerde diye vaveylalar atar, İslam’a karanlık çağ der, Peygambere (a.s.v) hakaret karikatürlerini özgürlük diye savunur, sapkınlığı marifet diye sunar… Ama bir halkın ve memleketin geleceğini ve devamlılığını sağlayacak sorunların araştırılmasına ve çözüm sunulmasına ise kudurur. Yüz yıllık sorunlar olsa bile.
Efendim neymiş; geçmiş geçmişte kalmıştır kurcalamak bize ne yarar sağlarmış? Halbuki aklı başında olan her tabip ilk önce hastanın bir özgeçmişini dinler. Psikologlar kendisine başvuranların geçmişine inmeye çalışır. Neden? Çünkü hastalık şu an konuşulsa da geçmişte bulaşan bir mikrobun veya yanlışın neticesidir. Öyleyse “Geçmiş, geçmiştir.” Demek akıl işi olamaz.
Hem bilimsellik diye tutturup duruyorsunuz. Bakın bilimsel yöntemlerden olan problem çözme ve çözüm geliştirme tekniklerinin ilk basamağı problemi hissetmektir; ikincisi ise, problemi tanımlamaktır.
Bugün ise problemi hissediyoruz, ama tanımlayamıyoruz. İlahi bir sistem olan İslam’a her türlü eleştiriyi yapanlar ve çok affedersiniz kusmuğunu sağa sola savuranlar; hasta olabilen ve bir lokma ekmeğe muhtaç, yedikten sonra da ona mahkum anlayış ve sistemlerine dokunulmazlık kılıfı giydirmiş ve konuşulmaz ilan etmişlerdir. Söyleyin; bir iki günlük sorunlar çözülür de daha geçmişe dayanan sorunlar nasıl çözülsün; geçmişe inmeden?
Maalesef bizimle aynı düşünüyor dediklerimiz bile bu çarpıklığı kısmen de olsa sözleri ile kutsamakta. Buna tevriye mi dersiniz, takiyye mi dersiniz, tedbir mi dersiniz, başka bir şey mi dersiniz bilemem. Ama bildiğim bir şey var ise; o da bir sorunun adını koymadan tedavinin yapılamayacağıdır. Bunca zaman geçmesine rağmen icra makamında olanların bile hala ucundan dahi olsa bu sorunları konuşamaması ve hatta konuşanları “sarı öküz” misali yedirmesi ise büyük bir utançtır. Baskılardan dolayı geri adım atmak da başka bir utançtır.
İslam Peygamberi(a.s.v) hiçbir devrede putperestlerle çarpık sistemleri üzerinde bir araya gelmemiştir. Bir kişiyken, üç kişiyken ve binlerce kişiyken bile. O’nu(a.s.v) tanıyanlar, nübüvvetten önce bile putlara sevgi beslemediğini, duruşunun çok net olduğunu bilirlerdi. Çünkü sorunların ana kaynağı bu çarpık anlayışken, onları da net bir şekilde tanımlaması gerekiyorken, O (a.s.v) nasıl olur da bu sorunun bir parçasına taraf olabilirdi ki? Bu yüzden ilk emirlere baktığınızda “Pislikten (rics, putlar, putperestler, pis işler vs.) uzak dur.”(Müddessir), “Onlardan güzellikle ayrıl.”(Müzzemmil) ayetlerinin bir yönü bu hakikate atıftır. Bu yüzden sorunun ana kaynağı her neyse artık sınırlarınızı net olarak çizin, kardeşim! “Siz İslam’ın eleştirilmesini fikir hürriyeti olarak tanımlarken, geçmişi ve bazı sorunların ana kaynağını konuşamamak akıl işi midir?” diye bir kükreyin artık.
Eğer gerçekten din, vatan ve beka diyorsanız; artık bazı şeyleri ele almanın vakti geldi ve geçiyor da. Zalimlerin değişmez karakteridir. Eğer onların isteği doğrultusunda suskunluğa gömülürseniz, yarın suskunlukla beraber şerefinizi de isteyeceklerdir. Kesilme korkusu ile ezan okumayı bırakan, ama daha sonra kendisinden tavuk gibi yumurtlaması istenince “Keşke ezan okurken kellem gitseydi.” Diyen horoz hikayesindeki gibi.
İbret olmadan, ibret alanlara selam olsun.