• DOLAR 34.944
  • EURO 36.745
  • ALTIN 2979.98
  • ...

 Aslında bu haftaki köşemizi yine siyer ve güncel sorunlara ayıracaktık; ama yazımı göndermeme birkaç saat kala küçük bir rüya görüyorum. Analizleri ile bizleri cezbeden iki ender şahsiyet olan Dr. Abdulkadir Turan ile Hasan Sabaz ağabeyler bir sınıfta ders veriyorlar.

 Bizler de öğrenciler gibi bir sınıfta oturmuşuz kendilerini dinliyoruz. Hasan Sabaz ağabey tahtada bir şeyler anlatıyor, Dr. Abdulkadir Turan ağabey de tahtaya bir şeyler çiziyordu. Ve sözde biz öğrencilere; “Türkiye’nin eğitim felsefesi nedir?” diye bir soru yönlendiriyorlar. Herkes birbirine bakarken parmak kaldırıp hararetli hararetli anlatmaya başlıyorum; “Türkiye’nin eğitim felsefesi diye bir şey yoktur? Çünkü hiçbir zaman kendi olamamış ve kendine özgü bir anlayış ortaya koyamamıştır. Kimi zaman pragmatizm, kimi zaman ilerlemecilik, kimi zaman metaryalizm, kimi zaman başka izmlerin etkisinde kalarak sürekli taklitçi ve yapboza dönüşen bir içler acısı hal ile yol almıştır. Bu çelişkiler yumağı ve kendi olmaktan uzak anlayışların hakim olduğu bir sistemde eğitim felsefesinin adını koymak deveye hendek atlatmaktır.” şeklinde cevaplar veriyor ve birden yazımı yetiştirmem düşüncesi ile rüyayı yarıda kesiyorum.

 Neye yorarsanız yorun! ‘Çok tuz tüketen biri rüyada su görürmüş’ şeklinde mi yorarsınız başka tevillerde mi bulunursunuz artık o takdir sizin. Yalnız eğri de oturmayalım eğri de konuşmayalım.  Doğru oturup kitabın ortasından konuşalım; bu hal nedir?

 Bir türlü istenen değişimi meydana getiremiyoruz.  Zille oturan, zille kalkan, zille oynayan bir eğitim sisteminden ve çocukları Pavlov’un deneği olmaktan kurtaralım; komutlarla hareket eden ve onlara şuursuzca robotik tepki veren nesiller yerine; okuyan okuduğunu anlayan, anlamlandıran ve komut dahi olsa buna bilinçli tepkiler veren nesiller arzu ettik. Tek renk giyinmeyen, tek renk duvarların arasında oturmayan, tek tip eğitime tabi olmayan, kökleri kültüründen beslenen ve dalları yaşadığı çağa uzanan nesiller hayal ettik. Ama onu da başaramadık. Peki neden?

 Hangi nedeni sayalım ki?  Sistemden mi, müfredattan mı, ideolojilerden mi, eğitimcilerinden mi, eğitim alanında yapılan uluslararası anlaşmaların pozitif bilimlerin ötesinden bizi yapancı kültür erozyonuna uğratmasından mı veya rehberlik sorunundan mı? Hangisini sayalım...

 Eğitimde bunu yapmamız gerekmez mi? diyorum, bana gelen cevap ise; “Hocam çevre böyle, veliler böyle, sistem de böyle biz ne yapalım?” demezler mi? Derler ve kısmen de haklılar. Yalnız bu cevap aynı zamanda bir teslim olmuşluğun ve sinmişliğin ifadesidir. Direnemeyen, ilkesizliği ilke edinen, şartlara kurban eden bir sinmişlik... Doğru mu? Onu size bırakıyorum. Çivi nalı, nal atı, at üstündekini bilmem üstündeki ne yaparmış? Bir de biz buna nalbantları ekleyelim. Eğitimciyi yani. Sonu uçurum olduğunu bile bile çiviyi çarpıklığa göre çakmak ve elim sonucun müsebbibi olmadığını düşünerek keyfi vicdan etmek. Her şey bu kadar basit öyle mi? Dersime girerim, ücretimi alırım, yan gelir yatarım… Allaaaah! Keyfe diyecek yok! Bu da bir çözüm işte. Ama sonu Nal/Mıh hikayesi olan bir çözüm.  Tabi bu hikayenin sonu kurtarmakla değil, batmakla biten acı bir çözüm..

“Be adam! Şimdi sen ne anlatmak istedin?” şeklinde bir soru yönelttiğinizi hisseder gibiyim. Yani demek istiyorum ki; eğitim alanında çok sorunlarımız var; yalnız bu sorunlar içerisinde özellikle sahada olan nalbant eğitimcilerin dik durması ve kendimiz olmamız, taklitçilikten kurtulmamız adına ne gerekiyorsa bunu yapmamız gerekir.

 Kültürümüzün hikaye dünyası o kadar geniş ki; artık bırakalım batı değerlerini çocuklarımıza hikayelerle empoze etmeyi. Başka kültürler gibi giyinmeyi ve özentiyi terk edelim. Bu kadar da olmaz! Demeyin. Nevzat Tarhan Bey’in bir yazısında okumuştum. Çocuklara çift cinsiyeti andıran isimler verdiğinizde kızların erkek, erkeklerin de kızlar gibi hareket edebileceğini ifade etmişti. Sadece isimler mi? Yediğimiz yemekler bile kişiliğimizi etkiliyor. Hal böyle iken “Hocam kılık kıyafetten ne olur?” demezsiniz herhalde. Kendinizde test edin isterseniz. Şöyle geçmiş atalarınıza ait bir kıyafeti üzerinize geçirin, oyuncak bile olsa bir ok/yay elinize alın ve sonra sizin kişiliğinizde atalarınıza ve kültürünüze karşı ne hissettiğinizi ve nasıl bir psikolojiye büründüğünüzü gözlemleyin. İşte o zaman kendiniz olmak için kıyafetlerin de ne anlam ifade ettiğini daha iyi anlayacaksınız.

 Ve bu testi yaptıktan sonra daha ilkokul öğrencisi olan körpecik çocukları, batılı gelenek ve göreneklerin bir ürünü olan kıyafetlere özendirmenin; çocukların daha ne anlama geldiğini bilmediği keplerin havaya fırlatılmasının nasıl bir sonuç doğuracağını düşünelim.

 Demek ki, sadece “Cicili bicili ve de şirin şeylermiş. Haydi biz de yapalım.” deyip geçmemek lazımmış.

Selam ve dua ile