• DOLAR 34.944
  • EURO 36.745
  • ALTIN 2979.98
  • ...

  “Münafıklar sana geldiklerinde, “Tanıklık ederiz ki sen gerçekten Allah’ın elçisisin” derler. Senin hiç kuşkusuz kendi elçisi olduğunu Allah elbette biliyor; ama Allah tanıklık eder ki münafıklar kesinlikle yalan söylemektedirler.”( Munafikun 1)

  İslam elbette bir barış, güven ve esenlik dinidir. Ama Vallahi zalimler ve tağutlar yalan söylemektedir! Çünkü onların anlam ve amaç açısından kastettiği tanıma verecek tek cevabımız İslam’ın bir ‘Tevhid Dini’ olduğudur. Diğer taraftan İslam’ın kastettiği barış çok farklıdır.

  Kavramlara ancak doğru bir anlam verirsek doğru bir sonuca varabiliriz. Bu yüzden öncelikle İslam’ın “s-l-m” kökünün ne anlama geldiği üzerinde biraz durmaya çalışalım.

  S-l-m kökü İbranice, Süryanice ve Arapçada daha çok “tamamlanmak, bütünlük, güvenlik, eksiksiz(mükemmel), tamir etme, boyun eğme, barış, huzur vb.” anlamlarda kullanılmıştır. Üç dilde de bu ortak kullanımlar mevcuttur. Aynı zamanda Es-Selam(s-l-m) Allah-u Teala’nın isimlerinden biridir. Ve her türlü eksiklik ve afetten uzak anlamındadır. Müslüman(s-l-m) kelimesi de, İslam’a boyun eğen, teslim olan ve o bütünlüğün bir parçası haline gelen vb. anlamlar taşır.

 Bu kadar farklı anlamlara gelen bir kelime ne hikmetse sadece halkların barışı, her türlü ifsat olmuş kültürün ve inancın kardeşliği ve her türlü inanca saygı ve hoşgörü olarak kullanılıp durmaktadır. Özellikle İslam düşmanları ve Müslüman görünümlü kuklaları tarafından. İnsanın bu fotoğraf karşısında;” yahu! burada bir terslik var. Eğer İslam bu sinsi şeytanların elinde ve dilinde bu şekilde kullanılıyorsa bir daha düşünmemiz lazım.” Demesi gerekmez mi? Bu anlamla, İslam’ın etraftaki batıl oluşum ve kişilere sevgi, hoşgörü ve saygı pıtırcıkları dağıttığını iddia etmekten daha büyük bir cinayet olabilir mi?

“İbrahim’de ve ona uyanlarda size güzel bir örneklik vardır; onlar kavimlerine şöyle demişlerdi: Bilin ki bizim sizinle ve Allah’ı bırakıp da taptıklarınızla bir ilişiğimiz yoktur. Sizi (ve değerlerinizi) reddediyoruz. Sizinle bizim aramızda, siz bir tek Allah’a iman edinceye kadar sürüp gidecek bir düşmanlık ve nefret açıkça ortaya çıkmıştır…”(Mumtehine 4)

  İslam kavramı, ancak hak peygamberinin(a.s.v) geliş amaç ve gayesine bakılarak en doğru şekilde tanımlanabilir.  Çünkü O(a.s.v,)  eksik parçaları tamamlamak, doğru yerlere yerleştirmek, dağılanları bir araya getirmek, bozulanları tamir etmek, yeryüzündeki uyumsal bütünlüğü sağlamak ve bu anlamlara gelen bir İslam’ın hakimiyetini gerçekleştirmek için görevlendirilmiştir.

 İlk emir olan “ Oku” emri, aynı zamanda en büyük kitap olan kainat kitabına yöneliktir. Bu öyle bir kitaptır ki her bir parçası Allah’ın kanunlarına boyun eğmiş ve esmalarının birer nişanesi haline gelmiştir. Ve doğru okuyana en güzel yolu gösterecektir. Çünkü kainatın düzen ve ahengi;

“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı kesinlikle yerin göğün düzeni bozulurdu.”( Enbiya 22) ayetinde ifade edildiği gibi tek bir yaratıcıyı ve o Yaratıcının(c.c);

“Şüphesiz biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık.”( Kamer 49) ve “Bizim Rabbimiz her şeye özüyle ve biçimiyle varlık veren, sonra da işin yolunu yordamını gösterendir”( Taha 50)  ayetleriyle yönetme ile idaredeki sonsuz ilim ve kudretini gösterir.

 “Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.”( Mülk 14) Evet yaratan, yarattığını en iyi tanıyan, onları kainat kitabında okunduğu gibi bir nizam, ahenk, bütünlük ve uyum içerisinde mükemmel bir şekilde kanunlarıyla yöneten elbette kainatın en önemli parçası olan insanı yönetmeye de layık olandır. İşte “Yaratan Rabbinin adıyla oku.”(Alak 1) emriyle kainattaki Mürebbiye(Rabbe) ulaşma ve bu konuda gönüllerde ve beyinlerde oluşacak hiçbir şüpheye yer vermeme de hedeflenmiştir. Evet kainat kitabının her bir parçasındaki uyumu, ahengi, bütünlüğü, mükemmelliği, selameti ve barışı sağlayan unsur, yaratıcının terbiyesinden geçer. Çünkü her cüzü ile mükemmel ve bütüncül bir şekilde ahenkle idare edilen kainat, Allah’ın kanunlarına ram olmakla bu selameti yakalamıştır. Evet İslam’ın bahsedilen ve kuşatan selameti budur. İnsan hem kendi içinde hem de kainatın diğer cüzleri ile bu bütünlüğe ve barışıklığa dahil olmak istiyorsa bunun yolu, Allah’ı(c.c) yegane Rab olarak tanıma ve ittibadan geçer. Rum Süresinin 41. Ayetinde de bu hakikate atıfta bulunulmuştur;

 “İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu; böylece Allah, dönüş yapsınlar diye işlediklerinin bir kısmını onlara ­tattırıyor.”(Rum 41)

  İşte bütünlüğü, tamamlığı, güveni, mükemmelliği, birbirleriyle barışıklığı, uyumu ve birlikteliği bozulan canlı ve cansız her şeyin selameti için o kutlu Nebi(a.s.v), İslam gibi mükemmel bir dinle gelmiş ve bu selameti sağlamak için sahte Rablerin alt üst edilmesi ve yeryüzünden silinmesi gerektiğini; yegane Rab olan Allah’ın kanunlarının terbiyesine girmekten ve teslim olmaktan geçtiğini haykırmıştır.

 Öyleyse İslam’dan anladığımız ‘bütünlük, barış, güven, birlik, huzur, tamir ve mükemmellik” batıl olan inançlarla, kültürlerle barışık, sevgi ve saygı içinde bulunmak değil; ancak İslam’ın hakim olması ve Müslüman olsun veya olmasın İslam’ın gölgesine sığınmakla mümkün olur. Bundan dolayı Müslümanların ilk talip olduğu şey İslami ve tevhidi bir yönetimdir.

 Bundan dolayı Hz. Musa(a.s)’ın, kendini Rab olarak gören Firavuna karşı ilk haykırdığı hakikat Allah’ın yegane Rab oluşuydu. Hatta  “Firavun, “Sizin Rabbiniz de kimmiş ey Musa?” dedi. Musa, “Bizim Rabbimiz her şeye özüyle ve biçimiyle varlık veren, sonra da işin yolunu yordamını gösterendir” diye cevap verdi.”( Taha 49-50)

 Hz. Muhammed(a.s.v) de İslam’ın esenliğinin canlı ve cansız her şeye sirayet etmesi için ilk olarak “Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (Alak 1) ve “Sadece Rabbinin büyüklüğünü dile getir(Rabbini yücelt).”(Müddessir 3) emirleriyle sahte tüm düzen sahiplerine karşı çıkarak ve onları yererek yegane Rabbi(c.c) yüceltme misyonunu yüklenmiştir.

  Eğer İslam’daki bütünlük, birlik, güven, barış ve esenlik bu büyük hakikate hizmet etmek için olmasaydı; Allah’ın Resulü(a.s.v)  zalimlerle ayrışma yolunu seçer miydi?

 Eğer böyle olmasaydı onca acılar, bedenlerdeki yağları eriten işkenceler, bebekleri öldüren ve açlıktan ağaçların kabuklarını kemirten boykotlar, aşağılanmalar, hakaretler, hicretler ve ayrılıklar yaşanır mıydı? İnanın bunların hepsi daha işin başında başa gelen olaylardı. Ve kesinlikle onca ibadet ve inanç hürriyetine rağmen bunca acı ve dram Efendimizin(a.s.v) batıl kültür ve inanışlarla ayrılık içine girmesi, onları yermesi ve sadece Rab olarak Allah’a davet etmesi sonucu meydana geldi. Efendimiz(a.s.v) birlik, barış ve herkes kendi inancını yaşasın deyip yerinde oturabilir ve ibadetin verdiği zevklerle yetinebilirdi. Ama böyle olmadı. Çünkü O(a.s.v) “ Kalk ve Uyar”(Müddessir 2) emri ile batıla karşı atağa geçmenin bilincindeydi.

Ve Müşrikler, Efendimiz(a.s.v) onların batıl inançlarına müdahale etmeyene kadar ciddi bir şekilde Müslümanlara ve ibadetlerine ilişmediler. Peki nerde kaldı batıl ehlinin, kuklalarının ve bu sinsi oyuna kurban gidenlerin yerinde kullanmadıkları “saygı ve hoşgörü” söylemleri? Mekkeli müşrikler diz çöküp; “Putlarımızı ve atalarımızı yerdin, birliğimiz ve ailelerin bütünlüğü dağıldı, gel biraz biz senin inancına biraz da sen bizim inancımıza saygı göster, kol kola güzelce geçinip gidelim.” Veya “İnancımızı yerme!” Demeye başladılar. Başkanlık teklif ettiler, zenginlik teklif ettiler ve neler teklif etmediler ki! Sebep? Sadece batıl inanç ve kültürleri yermeyecekti.

  İslam, zincir kabul etmez(Mekke). O hür olmalı ki kainatta selamet gerçekleşsin(Medine). O hür olduktan sonra batıl ehlini hakimiyeti ile kontrol altında tutarak insanlığa ve kainatta barış ve düzene hizmet eder. Çünkü batıl ehli kontrol altında tutulmazsa yeryüzünde selamet bozulur. Medine vesikası, Hudeybiye, cizyeler ve ehli kitabın faaliyetlerinde bütünüyle hür bırakılmaması buna örnektir. Ve bazılarına İslam’ın selametini tanımaları için mühlet tanır. Mekke’nin Fethi’nden Veda Haccı’na(Tevbe Süresinin ilk emirlerine) kadar olan uygulamalar buna örnektir. İşte İslam’ın barışı Müslüman olsun veya olmasın İslam’ın hakimiyetinde kanunlarına ram ve kontrolünde olmaktan geçer.

  Yalnız Müslümanlar kainatın selamet ve barışı için bu tevhidi Rububiyet mücadelesini verirken yer, zaman ve mekana göre; ”Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et; onlarla en güzel yöntemle tartış.”(Nahl 125) ayetindeki gibi farklı usul, yol ve yordamlar belirler. Çünkü İslam, bu amacı yerine getirirken bir ahlak dini olduğunu unutmaz ve kendini dar kalıplara hapsetmez. Çünkü yaraya derman olan ilaçlar değişebileceği gibi zamansız, ölçüsüz ve usulsüz olunca zehir hükmüne bile geçebilir.

 Selam ve dua ile.