• DOLAR 34.944
  • EURO 36.745
  • ALTIN 2979.98
  • ...

Birkaç yıl değil, birkaç ay öncesinde bu ülkede barışa yönelik çok büyük umutlar vardı. 6/7 Ekim olayları olmazdan önce halkımızda, ülkenin her karışında emniyet ve güvenlik olacağına dair kuvvetli bir kanaat oluşmuştu. Geçmişte çatışmanın yoğun yaşandığı dağlarda piknik yapılacaktı.

Yine çok değil 5-6 yıl öncesinde Ülkemiz bütün komşuları ile sıfır sorun yaşıyordu. O zamanki başbakan her ziyaret ettiği ülke ile çok ciddi iş bağlantıları yapıyor uçaklar dolusu işadamı ile ziyaretler yapılıyor, iş bağlantıları ile ihracatın ithalata oranı giderek kapanıyor belki çok önemli görülmeyebilir ama vatandaşlarımızın önünde nerdeyse hiçbir ülkede vize sorunu bırakılmıyordu. Vize sadece birliklerine dâhil olmak istediğimiz dostlarımız(!), askeri ve stratejik müttefiklerimiz arasında kalmıştı.

Peki, ne oldu da içerde ve dışarda huzur bitti, emniyet kalmadı, geleceğe dair ümitler tükendi. Dolmabahçe sarayından Cizre bodrumuna giden süreçte neler oldu. Aynı şekilde Suriye sınırımız mayınlardan temizlendikten sonra kaldırılması dahi düşünülürken, tel örgüler yerine neden duvarlar örülmeye başlandı?

İçeride çatışmaların Kandilin çok önceden hazırlığını yaptığı “devrimci halk ayaklanması” talimatı ile başlatıldığını, özerklik ilanlarının bunun fitilini ateşlediğini, “çukur siyaseti” ile özellikle özerklik ilan edilen yerlerde tüm şiddetiyle devam ettiğini biliyoruz. Bu siyasetin bölge halkını canından malından evinden, barkından ettiği ortada. Çukur siyaseti sahipleri yıkımlardan Ak Parti`yi sorumlu tutup yapılanları diktatörlük, katliam, vahşet, zulüm olarak nitelese de inandırıcı olamıyorlar. Kendilerini mağdur ve mazlum; Ak Parti`yi zalim gösterseler de sonucun siyaseten Ak Parti`ye yaradığı kamuoyu yoklamalarından açıkça anlaşılmaktadır.

Ülke geneli tarafından Kandil baronlarının başlattıkları çatışmalar boş, anlamsız, sonuç getirmeyen girişimler, adeta harakiri olarak görülmektedir. Çatışmayı baskılara son verme, özgürlük ve onurlu yaşam için göstermek, özellikle de kolluk kuvvetlerini “işgal gücü” olarak nitelemek tam bir trajedidir. Zira asker ve polisin içerisinde bölge insanının çocukları mevcuttur. Halktan kendi çocuklarına işgalci gözüyle bakılmasının istenmesi dayanaksız, zorlama bir görüştür. Aynı şekilde gencecik insanların sınırlı mühimmatla Nato ordusu ile savaştırılıp bodrum diplerinden ölüme sürüklenmesini kahramanlık görmek paranoya ötesidir.

Şimdi Suriye`de olup bitenlerle Cizre`de olup bitenleri kıyaslayalım mı? Suriye`de böyle karışıklık olacağı ve bölüneceği merhum Erbakan tarafından yıllar önce dile getirilmişti. O halde savaşı başlatan olay Dera`da çocukların duvara slogan yazmaları değildir. Bu sadece işin görünür gerekçesi. Savaşa BOP çerçevesinde dünyayı yeniden dizayn etmek isteyen güçlerin karar verdiği ortadadır.

Suriye`de muhalefetin iddiası da “baskılara son verme, özgürlük ve onurlu yaşam mücadelesi”dir. İslâmcıların desteklediği bir avuç mücahidin Rusya destekli Beşşarın ordusunu dize getireceği beklentisi ile Cizre`deki militanların Nato ordusunu dize getirmesi beklentisi arasında ne fark vardır. Şu anda bu bir avuç mücahitle bütün dünya savaşıyor. Nato, Varşova, AB, ABD, Şengay, İran, Sünniler, Şiiler, Selefiler, DAİŞ hasılı bütün dünya bu mücahitlerle savaş halinde değil mi?

Suriye`de mücahitler için; “ne yapsalardı? Diktatörün Zulmüne boyun mu eğselerdi? Diktatör başka seçenek mi bırakmıştı? Zillete boyun eğmektense onuruyla şehit olmayı seçtiler.” Söylemi Cizre için de söylendiğinde ne denilebilir?

Onurlu bir yaşam uğruna verilen mücadelenin en tartışmasız sonucu; onuru, haysiyeti, iffeti enkaz altında kalmış bir halk.