• DOLAR 34.547
  • EURO 36.015
  • ALTIN 3005.461
  • ...

“El ulemau veresetü`l enbiya”. Ulemanın en doğru tarifi bu olsa gerek. Son zamanlarda özellikle hükümetin medreselere müsamahakâr davranması hatta ”melle” alımları ile teşvikte bulunması bölgemizde medrese patlaması yaşanmasına neden oldu. Bu gelişme kuşkusuz Müslümanlar için hayra alamet kabul edilmekte, onları memnun ve mesrur etmektedir. Bu konu üzerinde çalışmaların devam ettiğini medreselere yasal statü kazandırılmak istendiğini de biliyoruz.

Ancak gözlemlediğim kadarıyla medreselerin çok önemli bir kesimi maalesef yukarıda verdiğimiz tanıma uygun âlim yetiştirememektedir. Şimdiki medreseler öğrencilerine ağırlıklı olarak “alet ilimleri”(arapça gramer) olmak üzere belli bir müfredatı 4- 5 yılda vermekte, akabinde bir icazetname ile “artık sen de âlim oldun” demektedirler. Bu genç âlimlerin yaptığı şey eğer bir yolunu bulup Diyanetten kadro alabilirlerse “memur âlim” olarak görevlerini sürdürmekte, görev alamazlarsa yapacakları şey öğrenci bulabilirlerse ders vermek, yanı sıra da bir yerde oturup kendisine fetva için müracaat edenlerin talak ve miras gibi sorunlarını çözmekten ibarettir. Süreç içerisinde gelişen teknoloji birçok ihtiyacı ortadan kaldırdığı gibi belirttiğim manada âlim ihtiyacını da ortadan kaldırmaktadır. Bu âlimlere sadece interneti kullanamayanlar müracaat etmektedirler. Zaten hızla gelişen sekülerizm sayesinde artık kimsenin dini ve fetvayı taktığı da kalmamaktadır.

Medreselere gönderilen bu çocuklar zaten dindar ailelerin dindar çocuklarıdır. Bir cami veya medrese köşesinde kendilerinden bir fetva sorulsun diye toplumdan tecrit edilmeselerdi belki de mahallelerinin güvenilir esnafı- sanatkârı olurlardı. Belki dilleriyle değil de hayat pratikleri ile çevrelerine İslam`ı tebliğ edeceklerdi. 

Şimdi soruyorum bunlar mı enbiyanın varisleri, var mı böyle bir köşede oturup kavminin gelip kendisinden fetva sormasını bekleyen enbiya? Yoksa bunlar kimin varisleri oluyorlar. Cevabını vermek istemiyorum, verirsem ağır gelebilir, birlikte düşünelim.

Bizim bütün enbiyamızın hayatı panayırlarda, çarşılarda, pazarlarda, meclislerde davet ve tebliğle geçmedi mi? Davalarından rahatsız olanların hakaret, tuzak, komplo, sözlü ve fiili saldırılarına maruz kalmadılar mı? İşkencelere, faili meçhul süsü verilen suikast girişimlerine maruz bırakılarak hicretlere zorlanmadılar mı?  Enbiyadan geçtik mezhep imamlarımız, son devrin âlim ve mütefekkirleri Şeyh Said, Said`i Nursi, Hasan El Benna ve arkadaşlarının hayat pratiklerine bakalım,  ülkemizde onların izinden gittiklerini, Nurcu ya da İhvan oldukları iddiasında olanların kaçının yolu medreseyi yusufiyeden geçti. Bu iddia sahibi âlimlerin kaçı ilmiyle amildir. Sözde halkı nefis tezkiyesine çağıran “mürşid-i kâmil”inin(!) kaçı dünya malı biriktirmekle meşgul değildir.

Hakiki âlim, enbiyanın izinden gittikleri için onların başına gelenleri bire bir yaşayanlardır. Velev ki ümmi olsunlar, sarf nahv bilmesinler. Cuma Suresi 5. Ayette : “Kendilerine Tevrat öğretildiği halde, onun gereğini yapmayanların durumu, sırtına kitap yüklü eşeğin durumu gibidir”. Ayet-i kerime de geçen Tevrat yerine Kur`an-ı Kerim konulursa ne değişir? Müminlerin izzetli duruşuna tahammül edemeyen maşa örgütlerin cinayetlerine karşılık veren şehadeti ve zindanı gözünü kırpmadan karşılayanlarla “aynı karede bulunmaktan korkanlar” âlim olabilir mi? Hani “Kullar içinde Allah`tan(cc) ancak âlimler korkardı.” (Fatır 28) Emniyet birimlerinin takibinden korkandan âlim mi olur? Müminlerin cehenneme gönderdiği ismiyle cismi ile kâfir olan (Süryani) birinin taziyesine gidip “Biz, Allah(cc) taraftarlarının tarafı değiliz” diyenlere Âlim değil ancak zalim denebilir. “Allah`tan (cc) korkar gibi hatta daha fazla insanlardan korkanlar”(Nisa 77) Mahşer günü nasıl hesap verecekler, bilmiyorum. Ancak bunlara zerre kadar saygı duymuyorum.

DGM reisi soruyor: “Sen Hizbullah mısın?” – “Haşa hâkim bey, ben kim Hizbullah olmak kim ben onların ayaklarının tırnağı olamam” diyen bir “âmi”nin sözleri çok daha etkileyici ve saygı uyandırıcı değil mi?  Tasavvufçular: “Mutu kable ente mut”, “ölmeden evvel öl” edebiyatı yaparken” hayatlarının baharında Allah(cc) rızası için “diriler kabrini” tercih edenden daha “veli” kim olabilir? Müritlerine “nazar ber kadem” talimi vererek yürürken devamlı önüne bakmayı, hep kendi işi ile meşgul olmayı, gözünü haramdan ve kalbini karıştıracak şeylerden korumayı tavsiye edenler nice dava erlerinin ömrünün baharında değil harama ana sütü gibi helal olan anne, bacı ve eşlerinin yüzlerine bakmaya hasret kaldıklarını idrak edebiliyorlar mı?