Tanınma, bilinme meselemize dair
Mücadelemizi tam olarak anlatabiliyor muyuz? Ya da doğru anlaşılıyor muyuz? Anlaşılmamızla ilgili problemlerin olduğunu kabul edersek ki önemli ölçüde var, bu problem bizden mi kaynaklanıyor yoksa karşı taraftan mı kaynaklanıyor? Bunlar kanaatimce üzerinde çokça durmadığımız belki de ihmal ettiğimiz sorular.
Evvela bir kesim var ki; bunlar bizi hiç dinlemedikleri gibi çok iyi tanıdıklarını iddia ederler, bize karşı muazzam bir ön yargıya sahiptirler. Bunların bizim hakkımızdaki ön yargıları aslında bilgisizliklerinden yani bizi tanımadıklarından değil bilakis çok iyi tanıdıklarından kaynaklıdır. Zira biz bunlarla aynı mahallenin çocuklarıydık. Birlikte büyüdük. Aynı camileri, aynı kitapevlerini paylaşmış aynı kitaplardan dergi ve mecmualardan beslenmiştik. Bunlar bizi kendi çocukları gibi tanırlar. Ama bizi o çok iyi tanıdıkları halimizle değil aksi bir şekilde hiç de hak etmediğimiz birtakım ithamlarla tanıtmaya gayret ederler. Tıpkı Resulullah`ın ehli kitap tarafından çok iyi tanınıp bilinmesine rağmen inkâr edilmesi gibi. Bunlara anlatılacak bir şeyimizin olacağını düşünmüyorum. Bizim onlara anlatmamız onların bize olan kinini artırmaktan başka bir işe yaramaz. (Neden ayrıldık, niçin birbirimize yabancılaştık, bu başka bir yazının konusu olsun.)
Bir kesim daha var ki bunların bizi anlaması kendilerinin anlam dünyalarıyla ilgilidir. Onların dünyasında hep iki farklı kesim vardır: Sağcı-Solcu, Kapitalist-Sosyalist, İşçi-Patron, muhafazakâr-liberal vb. Bizi bu kategorilere koymaya çalışanlar var. Ne hikmetse sağcı, kapitalist, liberal ve patronlardan yana olduğumuzu iddia ederler. Bu kanaate büyük ölçüde şu nedenle varırlar. Sağcı, kapitalist, muhafazakâr patronlar genellikle “dindar” ve diğerleri de dine daha mesafelidirler de ondan. Oysa maddi gerçeklik tam bunun zıddıdır.
Aşırı milliyetçi olup, ırkçılığı sözde reddeden, ama bal gibi ırkçı olanlar meseleye kendi bakış açılarıyla baktıklarından bizi ırkımız üzerinden değerlendirmeye çalışırlar. Madem Türk olmak, Türkçü olmayı gerektiriyor, öyleyse bunlar da Kürt olduklarına göre mutlaka “Kürtçü”dürler! Yani halk arasındaki deyimi ile “çerçide ne varsa onu satar” meselesi. Bu anlayışın en çirkin ve marazi tarafı ise Kürt faşistlerini bize yönelik ithamıdır. Bunlar sırf “Kürtçü” olmayışımızdan dolayı bize ihanetle suçlar, hain Kürtler olarak nitelerler. Hâsılı kelam, ırkçılara ırkçı olmadığımızı, ırkçılık yapmadığımız için hain olmayacağımızı anlatamıyoruz.
Bir kesim ise camialarını yasalar karşısındaki meşruiyeti ile değerlendirdiklerinden mevcut yasalara muhalif olanları dışlayanlardır. Meşruiyetin kaynağını mer`i kanunlar, uluslararası akreditasyon, olarak görenler tabii olarak İslami bir kısım faaliyetlerimiz yüzünden mahkûmiyetlerimizi nazara alarak bizden uzak durmaktadırlar. O kadar ki, mahkûmiyet gerekçelerinde açıkça “cami sorumlusu” ifadelerine rağmen tağutun “terörist” ithamı nedeniyle bizi teröristlikle suçlayıp bizden kaçarlar. Öyle ki yanlarından geçtiğimizde onlara da bulaşacağı korkusu ile yakınımızdan geçmeye bile cesaret edemezler. Bizim de onlar gibi tağut nezdinde meşruluk kaygımız olduğu zehabıyla hareket ederler. Birlikte hareket etmemiz gerektiğine dair çağrılarımızı kendileri sayesinde meşruiyet kazanma olarak değerlendirirler.
Ancak bir kesim var ki onların bizi kaybettikleri için arayanlar ve bizimde onları kaybedip bulmaya çalıştıklarımızdır. Asıl bunlarla buluşmaya çalışmalıyız. Bunlar bu coğrafyanın ciddi bir kesimini oluştururlar. Bunlar, mücadelesi Hak-Batıl mücadelesi olanlardır. Irk, toprak, bayrak, sosyal sınıf kavgaları bize ve onlara çok uzaktır. Davamızın açıklanması babında bir örnek verecek olursak; mesela bizlere bütün Filistin topraklarından Yahudileri çıkartsalar, Mescid-i Aksa`nın anahtarlarını bir tepside sunsalar karşılığında da Hak`tan bir milim sapmamızı isteseler, elimizin tersiyle iteriz.
Herkesin bizi doğru tanıması, bizi bizden öğrenmesi, hakkımızda kendi beyan ve tanımlamalarımızı esas almasını arzu ederiz. Belki bunun için gayret de sarf ederiz. Ancak esas olan bizim tebliğ sorumluluğumuzu yerine getirmek ve bildiklerimizle amel etmekten ibarettir. Rabbimiz nezdindeki meşruiyetten gayrı bir meşruiyet türü tanımayız. O`nun rızasında başka bir talebimiz olmaz, vesselam.