• DOLAR 34.547
  • EURO 36.015
  • ALTIN 3005.461
  • ...

Kavmimizin bize düşmanlığı, ne kadar da benziyor tüm resullerin kavimlerinin resullere düşmanlığına. Bu cahiliye toplumları ne kadar da birbirlerine benziyorlar. Hepsi kavmiyetçi, kabilelerin birbirine üstünlüğü esasına dayalı, Faşist diktatörlerine ilahlık atfeden, ilahlarının çizdiği çizginin dışına çıkmayan, acımasız, robotlaşmış, “düşünmeyi” hayati tehlike kabul eden bir yapı ve anlayışa sahipler.

Taiflilere ne kadar benziyorlar değil mi? Sefih, ebleh, çapulcular; kime, neye, niçin saldırdıklarının farkında değiller. Sahiplerinden aldıkları saldırı emrini yerine getirmek, düşünceden arındırılmış bu yaratıklar için aslında tam da kendilerinden beklenen davranışlardır. Saldırdıkları kişinin akrabaları olması akrabalık hukukuna güvenmiş olması onlar için bir şey ifade etmiyor. Şeytanın yolunda savaşmak her türlü akrabalığın üzerinde tutuluyor. Allah`ın (CC) yolunda savaşanlar da öyle değiller mi?

“Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür” sözü ne kadar yerinde bir sözdür. İnsanlar Nemrudizmin, Firavunizmin, Faşizmin, Nazizmin tarih olduğunu sanırlar ya da buna inandırılmaya çalışılırlar. Bosna savaşı ile ilgili Merhum Aliya İzzetbegoviç`in şu itirafı çok düşündürücüdür: “Avrupa`nın ortasında ve 21. yüzyılda yaşıyorduk. Bir katliama Avrupa`nın asla izin vermeyeceğini düşünüyorduk.” Bu, artık Nazizm`in yaşanmayacağı yanılgısıydı. Ancak hem Avrupa`nın hem de dünyanın gözleri önünde Sırpların toplama kampları ve toplu katliamları, Nazi kamplarını ve katliamlarını aratıyor ve vaka-i adiyeden sayılıyordu.   

Tıpkı bunun gibi barış sürecinde ve muhafazakâr demokrat bir hükümet döneminde yaşıyor olmak ve aramızdaki Nazi kalıntılarının barışı dillerinden düşürmemesi bizleri yanıltmasın. Muhafazakâr hükümetin neyin muhafızı olduğu artık netleşmiştir. İçine girmek için can atılan Avrupa Birliği, nasıl Bosna da öldürülenler “Müslüman” olunca “sümmün, bükmün, umyun” rolünü muhafaza etmişse bizdeki muhafazakarlar da benzer bir tavır içerisindedirler. İşte imtihan dünyasında yaşıyor olmamızın sırrı burada. İslam-küfür çatışması ilanihaye devam edecek. Tebliğ, sabır, cihad, hicret, şehadet süreçleri geçici süreçler değildir. “Artık cihad bitti” denilebilir mi? Eskiden cihad için hudut boylarına, sugur şehirlerine gitmek gerekiyordu. Şimdi küreselleşmenin etkisinden midir bilmiyorum, Şeytanın askerleri sınır ve coğrafya tanımıyorlar. Hatta bütün Peygamberlere kavminden kâfirlerin musallat olması gibi zamanımızda da Müslümanlara kendi kavimlerinin musallat olması adetullahtandır.

Müslümanları tekfir etmenin doğru olmadığını biliyorum. Bir Müslümana kâfir demenin insanı küfre götüreceğini de biliyorum. Ancak “kâfire kâfir dememek” de aynı tehlikeyi içermiyor mu?  Birine kâfir demek için illa “ben kâfirim” demesi ya da alnına kâfir yazması gerekmez. Sahabe-Der ve Yusufi-Der binalarına molotoflu, bombalı saldırılar sadece tabelalara saldırı olarak nitelendirilebilir mi? Bu saldırıların asıl hedefinin İslam ve İslami değerler olduğundan şüphe var mıdır? İşi gücü İslam`a saldırı olanlara halen “Müslüman” denilmesi safların bulanıklaşmasına neden olmakta ve bu da dolaylı olarak tekfirci akımların güçlenmesine neden olmaktadır. Bu konu artık detaylı olarak ele alınmalı kanaatindeyim. “Tekfircilikle itham edilme” kaygısıyla kâfire kâfir demekten de kaçınılmamalıdır. Belki yargılama olmadan herhangi bir insana kâfir denilmesi sakıncalı olabilir. Fakat akaid kitaplarının İslami değerlere hakareti, bunları hafife ve alaya almayı açıkça küfür olarak belirtmelerine rağmen bu azgınların doğrudan İslami değerlere saldırının küfür olduğunu neden açıkça anlatmayalım.  

Bu sefih çapulcuların anne-babalarının Müslüman olması tarihi sürece aykırı değildir. Küfür uğruna Müslüman anne babaların katledilmiş olması ya da Müslüman olduğu için ailesi tarafından katledilen çocukların varlığı inkar edilemez. Büyüklerin Müslüman olması çocuklarının da Müslüman olduğuna delalet etmez. Fıkıh kitapları kâfirlerin ve mürtedlerin namazlarının kılınmayacağını emrettikleri halde sanki bu ülkede hiç İslam düşmanı yokmuşçasına her önümüze getirilenin namazını kılmak zorunda mıyız? Mesela açıkça İslam`a hakaret edenler listelenemez mi? Diyanet İşleri Başkanlığı bu konuda üzerine düşeni yapmaya zorlanamaz mı? Bölücülük olmasın endişesiyle Rabbimizin “mümin-kâfir” ayrımını yok mu sayacağız.   

Aynı kavimden olmakla birlikte mümin ve kâfirlerin saflarının berraklaşması adına bu konunun Ulemanın gündemine girmesi gerektiği kanaat ve beklentisindeyim.