• DOLAR 34.944
  • EURO 36.745
  • ALTIN 2979.98
  • ...

90'lı yıllarda, impatorluğunun zirvesinde olan İbrahim Tatlıses katıldığı bir TV programında, sunucunun “İbrahim bey bu sıralar en çok kimin albümü satıyor sorusuna”, “sokakta, manavda, bakkalda kulağınıza en çok hangi şarkının nağmeleri geliyorsa, o satıyor” diye cevaplamıştı.

Tatlıses'in bu tespiti çok yerinde olmakla beraber, ülke sorunları çok büyük araştırmalara, anket şirketlerine, devasa bütçeler ayrılan istatistik kurumlarına gerek olmadan, kulağımızı sokağa verdiğimizde çok basit bir şekilde anlaşılacak olan bir öneriydi.

80'li yılların sonlarında TRT’nin siyah beyaz ekranlarında doğuda Kürt vatandaşlarıyla yayınladığı röportajlar yayınlanırdı.

TRT muhabiri ezilmiş, dayaktan geçirilmiş, coplanmış, gurbete giden, hapse giren, ‘hastanede yatan döner; ama tabuta giren ve beyaz Torosa binen dönemez’ hikâyeleri ve tanıklarıyla olaylara bire bir şahitlik yapan vatandaşa, bölgemizde en büyük sorun nedir diye sorunca, vatandaş kendisine ezberletilen metni okuyordu. Bölgemizin en büyük sorunu terör sorunudur, bir elimiz yağdadır, bir elimiz baldadır, ülkemizde Kürt sorunu diye bir şey yoktur, Ne Mutlu Türk’üm diyene…

Kimilerine göre terör, kimilerine göre Kürt sorunu ve ekonomik sorunlar, onlarca yıl ülkemizin başlıca sorunları olmuştur.

İktidarın Kürt sorununa, önceki iktidarların ceberut politikalarını terk edip, sorunları anlayıp çözmek için gayret göstermesi, gerçekleri az da olsa kabullenip anlamaya çalışması, pozitif politikalar geliştirmesi Kürt sorununun çözülmesinde olumlu gelişmeler meydana getirmiştir.

İbrahim Tatlıses'in tespitine tekrar dönersek, son yıllarda ülkede en çok yıpranan kesimin emekli vatandaşlarımız olduğunu söyleyebiliriz.

Emekli maaşının kendisine yetmesini, bakiyeden geri kalan ömründe rahat bir hayat sürdürmeyi, kahveye, camiye gitmeyi, evinde kalıp torunları ile oynamayı istiyor.

10 bin lira emekli maaşı alan vatandaş, alacağı ürünün fiyatını öğrenince, 309 yıl uyuduktan sonra uyanıp, şehre ekmek almaya geldiğinde değişim karşısında şaşkına dönen Ashab-ı Kehf’in yaşadığı şaşkınlığı yaşıyor.

Atatürk 19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun’a vardığında birkaç gün sonra şehri gezmeye karar verir. Şehrin kırsalında ayağı dizlerinden kesik bir köylü ile karşılaşır. Atatürk, öküzü ile üç beş dönümlük tarlasını sürmeye çalışan köylünün yanına yaklaşıp sorar:

Köylüm, düşman buraya 24 saatlik mesafeye kadar yetişmiş. İki gün içinde buralara kadar gelecek. Sen tarlanı sürüp ekmenin derdine düşmüşsün.

Köylü başını kaldırır, sinirle öküzünün iplerini daha da sıkarak Atatürk'e şu cevabı verir: Efendi, efendi ben dedemi Rus harbinde, babamı balkan harbinde, şu ayağımı da Çanakkale'de kaybettim. Şu üç beş dönüm tarladan başka kaybedecek bir şeyim yoktur.

Düşman ne zaman bu tarlaya kadar gelir, ta şu tarlanın sınırından içeriye ayağını atar, ben o zaman, azığımın yanında duran, dahra ile bilirim ne yapacağımı.

Köylü yorulmuştur; savaşlardan, ölmekten, askere çağrılmaktan, gidenlerin geri dönmemesinden, yetimlerden, acılardan, yoksulluktan…

Anadolu'nun kuş uçmaz kervan geçmez köylerinde, dağların arasında sakin bir hayat sürmek varken, Viyana kapılarında, balkan harbinde, Malta’da neden ölsün ki?

Siyasetin İbrahim Tatlıses’i, Süleyman Demirel'in çok önemli bir tespiti var.

'Boş tencerenin deviremeyeceği bir iktidar yoktur' der.

Yaz kış, yağmurda çamurda, sıcakta soğukta gecenin dördünde ellerinde sepetleri ile kaldırımda budamaya gitmek için, işçi minibüsünü bekleyen emekliyi görmezden gelirseniz, Süleyman Demirel’i haklı çıkarırsınız.

Tencere boşken, Yaptığın İHA’lar, SİHA’lar, köprüler, otoyollar, havaalanları emeklinin ilgisini çekmiyor.

Ekonomik sorunların oluşturduğu boş tencere, dış güçler, emperyalizm oyunları gibi algılarla doldurulmaya çalışılsa da, boş tencerenin gecikmeli de olsa iktidarı sallayabileceğini 31 Mart’ta hep beraber müşahede ettik.